Tüm dinler ve öğretiler en önemli savaşın nefsimizle olan savaş olduğunu söyler. Mecazen kullanılan savaş kavramı burada, yaşadığımız süre boyunca kendimize karşı verdiğimiz mücadeleyi karşılamaktadır. Yaşamla ilgili düşüncelerimiz, dünya görüşümüz, kendimize karşı verdiğimiz bu savaş sonucunda oluşur. Bir insan, yaşadığı süre boyunca gerçek bir savaşla karşılaşmayabilir. Karşılaştığında ise hiçbir şeyin, kendi hayatı dahil, eskisi gibi olamayacağını bilir. Savaş kişiyi, toplumu, savaşın yaşandığı toprakları değiştirir, dönüştürür. Aynı zamanda, bireysel ve ortak acılarımızın tarihidir. Topraklarımız tarih boyunca pek çok savaş görmüş, savaşlara dair pek çok öyküler yazılmıştır. Kurtuluş Savaşı, ülkemizi bağımsızlığa kavuşturan, son savaşımızdır. Kurtuluş Savaşının öncesini ve savaş sürecini içeren Milli Mücadele Dönemi, gerek ruhi atmosferi gerekse mevcut şartların ağırlığı göz önüne alındığında, müthiş zorluklarla geçmiş ve sonucunda bağımsızlığımızı kazandığımız kutsal bir savaş olmuş, göremeyecekleri çocuklarına onurlu, özgür ve bağımsız bir ülke bırakan atalarımızın, destansı öyküleriyle dolu olarak zaferle sonuçlanmıştır. Milli Mücadele döneminde sanatçılar da zorluklarla geçen bu dönemi, eserlerinde işlemiş ve dönemin tüm duygusunu izleyiciye, okuyucuya yansıtmayı başarmışlardır.

Kurtuluş Savaşını anlatan eserler vermiş olan, Milli Mücadelede etkin olmuş, cephede bulunmuş,  üç sanatçıdan ve milli mücadeleyi, Kurtuluş Savaşını konu ettikleri eserlerinden bahsedeceğim: Yazar Halide Edip Adıvar-“Ateşten Gömlek”, ressam Cemal Tollu-“Talimgahtan Güzel Sanatlara”, ve fotoğrafçı  Etem Tem-Afyon Kocatepe’de yarattığı “Anıt Fotoğrafı”. Şimdi gelin üç sanatçımızı ve Kurtuluş Savaşı cephelerinden yansıttıkları eserlerini inceleyelim, sanatçılarımızı farklı yönleriyle tanıyalım.

Cemal Tollu

Türk resmindeki D Grubu’nun kurucularından olan Cemal Tollu, İngilizler İstanbul’u işgal ettiğinde Güzel sanatlar Akademisi’nde, henüz 21 yaşında bir öğrencidir. İşgal esnasında eğitim faaliyetlerine ara verilince, Anadolu Hareketi’ne katılmayı kafasına koyar. Dede yadigârı saatini satıp, babasından habersizce yola çıkan Tollu, Ankara’ya ulaşarak Zabit Namzetleri Talimgâhı’na katılır. 1921-1923 yılları arasında, İstiklal Harbi’nin sonuna kadar Ankara Hareketi’nin “Dragon Alayı” diye bilinen 20. Süvari Alayı’nda vazife yapar. Konya’dan başlayıp İzmir’de son bulan bu zorlu iki yıl içerisinde Cemal Tollu devamlı notlar tutarak; yaşadığı enteresan şeyleri, gördüklerini ve savaşın ilginç hâllerini kayda geçirir. Köyleri, savaşın ortasında kalmış zavallı insanları ve muharebeleri fırçayla değil, yazılarıyla resmeder. Ressam adayı iken Ankara Hareketi’ne katılan Cemal Tollu’nun hatıraları, metinlerle yapılmış bir savaş tablosu gibidir. Tollu, cepheden, savaşın ortasında kalmış köylerden kayda geçirdiği izlenimleriyle, Millî Mücadele’ye dair birçok resmin zihnimizde oluşmasını sağlıyor. Millî Mücadele yıllarının bu atmosferini ressam adayı olarak yansıtırken, bir yandan da resim sanatının, hayatının merkezine geçişinin izlerini okuyucuya sunuyor. Teknik bilgilerin ağırlıkta olduğu “Talimgâh’tan Güzel Sanatlara”, dikkatli bir okumayla, yakın tarihe dair farklı bakış açıları edinmeye yardımcı olacak bir eser.

Halide Edip Adıvar

Halide Edip Adıvar gençlerimizin de ismini bildiği, edebiyat tarihimizin önemli yazarlarından. Aynı zamanda usta bir hatip olan Halide Edip, 1919 yılında İstanbul halkını, ülkenin işgaline karşı harekete geçirmek için yaptığı konuşmaları ile zihinlerde yer etmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda cephede Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış bir sivil olmasına rağmen, onbaşı rütbesini alarak savaş kahramanı sayılmıştır. Savaş yıllarında Anadolu Ajansı’nın kurulmasında rol alarak, gazetecilik de yapmıştır.

Kurtuluş Savaşı anlatılarına bakıldığında, Halide Edib’in Ateşten Gömlek romanı, henüz savaş bitmeden yazılan tek eserdir. 1922’de İkdam Gazetesi’nde yayınlanan Ateşten Gömlek, 1923’te Kurtuluş Savaşı bittikten sonra kitap hâlinde basılmıştır. Ateşten Gömlek diğer Kurtuluş Savaşı anlatılarından farklıdır. Bu farkın sebeplerinin, yazarının bizzat Milli Mücadele’de yer alması ve henüz cephede mücadele ederken eseri yazması olduğu söylenebilir. Savaşın canlı tanıklığı, mücadelesi ile vücut bulmuş bir eserdir “Ateşten Gömlek”. Romanın başındaki açık mektupta ‘Ateşten Gömlek’ ismini Yakup Kadri’den aldığını çekinmeden söyleyen Halide Edib’in romanıyla ilgili görüşleri şöyledir:

“Benim Ateşten Gömlek’i eğer zaman söndürüp bir tarafa atmazsa, Türk romanları arasında iki tane Ateşten Gömlek olacak. Belki elli sene sonra bir kütüphane rafında yan yana oturacak olan bu iki kitap, Hans Andersen’in masallarındaki gibi belki dile gelir, birbirilerine geçmiş günleri söylerler.” 

Halide Edib’in iki Ateşten Gömlek olarak bahsettiği diğer roman, Yakup Kadri’nin hepimizin bildiği romanı “Yaban”dır. Günümüzde, Halide Edip’in yıllar önce bahsettiği şekilde bu iki roman ve kuruculuğunu üstlendiğini söyleyebileceğimiz Kurtuluş Savaşı romanları, kütüphanelerde birlikte yer almaktadırlar.

Etem Tem

1895 yılında Halep'te doğan Etem Hamdi Tem, I.Dünya Savaşı'nda Kafkas cephesinde savaşır. Kurtuluş Savaşı sırasında da, o zamanki adı Erkan-ı Harbiye olan Genelkurmay'da görevlendirilir. Savaş boyunca asteğmen rütbesi ile ordunun resmi fotoğrafçısı olur. Büyük Taarruz sırasında Atatürk ile beraber Kocatepe'de olan Etem Tem, 1921'den 10 Kasım 1938'e kadar Atatürk'ün özel fotoğrafçılığını yapar. Ulu Önder'in 700'e yakın fotoğraf karesi, onun sayesinde günümüze kadar gelmiştir. Etem Tem, hepimizin bildiği, Atatürk’ün Kocatepe’de taarruzun henüz başladığı zaman çekilmiş sembolik fotoğrafını yaratan fotoğrafçıdır. Bu fotoğrafla ilgili olarak Falih Rıfkı Atay, "Bir 26 Ağustos Yıldönümü" yazısında şöyle diyecektir:

"Fotoğraf objektifi, tarihe bu kadar canlı bir eser bırakmamıştır."

Afyon Kocatepe'de yarattığı "Anıt Fotoğrafı" nasıl çektiğini, ülkenin kaderini belirleyen o sabahı ve ardından gelen günlerde neler yaşandığını Fikret Otyam ile 1960 yılında yaptığı söyleşide Etem Tem şöyle aktarıyor:

" O sabah Kocatepe'de bulunuyorduk. Taaruz, şafak vakti saat beşte başlamıştı. Mustafa Kemal Paşa, günler ve geceler süren yorgunluğuna rağmen ayakta, vaziyeti adım adım takip ediyor, direktifler veriyordu. Bir ara kumandanlardan ayrıldı. Tek başına, kayalıklar arasında dalgın ve düşünceli dolaşmaya başladı. Zaman zaman sahra dürbünleriyle düşman cephesine bakıyordu... Bir aralık o kayalık tepenin ucuna geldi. Hafifçe eğilmişti. Başparmağı dudaklarının arasındaydı... Hemen objektifimi çevirdim, adeta nefes almayacak kadar bir sessizlik içinde deklanşöre bastım, resmini çektim. Saat 11'di... O gün 7x11 boyunda sekiz on rulo film çektim. Bir kaç tane 10x15 cam... Mustafa Kemal Paşa, bütün gün ağzına bir lokma koymamıştı... Gece ric'ate (geri çekilme) başladılar. 2 Eylül'de Uşak'a girdik. Vakit yoktu. Ahır bozması bir yerde bir kaç film yıkadım. Fotoğraflar birbirinden güzeldi. Hemen dört tane yaptım, ertesi sabah götürdüm. İçeri aldılar. Berberi traş ediyordu. Odada portatif bir masa, bir portatif karyola, iki iskemle vardı. Bir aralık odayı işaret etti: "A be.... Bu bir başkumandan odasına yakışmaz" dedi. Salih (Bozok) odayı halılarla süsleyeceğini söyledi. Zira o gün Trikopis getirilecekti. Gazi, fotoğrafları aldı, baktı. Parmaklarını fotoğrafların üzerinde gezdirdi ve çekti: "Çok güzel, " dedi.

" 9 Eylül'dü... Kadifekale'ye çıkmıştık. Zaman güneş batımına yakındı. Deniz pırıl pırıldı... Şehir ayaklar altındaydı... Körfezde bazı vapurlar vardı.. Dumanlıydı vapurlar... Bir rapor geldi. Süvarilerimiz İzmir'e girmişti..."Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri.." emri yerine getirilmişti. İzmir bizimdi yine...

"Sonra mı?.. Ha, evet... Sonra otomobillerle şehre girdik. İlk işim bir fotoğrafçı bulmak oldu. Kocatepe'de çektiğim sekiz on rulo filmi bir Rum fotoğrafçıya verdim. Zaman geçirmek için etrafta biraz döndük, dolaştık... Sonra yeniden geldik. Fotoğrafçı geldiğimizi, içeri girdiğimizi görünce "fotoğraflarınız bir harika!" diye bağırdı. Baktım fotoğraflar daha yaş yaştı... Doya doya baktım... Hakikaten birer harikaydı...Taa Uşak'tan İzmir'e kadar bu anı bekliyordum. Fotoğrafların kuruyup, hazır olması için bir gün daha lazımdı. Ertesi günü gelip almak üzere karargaha, Bornova'ya döndük. Ertesi sabah otomobille indik İzmir'e... Millet yollara dökülmüştü... Bayram vardı... "Biraz sonra Mustafa Kemal gelecek" dedik... Görmeliydiniz o anı... İzmir yanıyordu... Ne dost ne düşman belliydi... Cayır cayır yanıyordu İzmir... Fotoğrafçı dükkanının olduğu yere güçlükle varabildik. Fakat ne görelim?.. Dükkan yanmıştı... Uşak'ta o ahır bozması yerde yıkayabildiğim birkaç film kalmıştı elimde... Ötekilerin hepsi fotoğrafçı dükkanıyla birlikte yandı kül oldu..."

Tüm bu anlatılardan yola çıkarak nice film senaryolarına, nice şiirlere, resimlere, heykellere konu olacak hikayeleri barındıran Milli Mücadele dönemini ve Kurtuluş Savaşını günümüzde daha iyi keşfetmemiz gerekir. Bunun için de en iyi yol yine sanattır. Atalarımızın yaşadığı zorlukları, dönemin atmosferini bilirsek bugün sahip olduklarımızın değerini daha iyi anlayacağız. Bağımsızlığımızı korumak, daha çok üretmek konularında daha gayretli ve hassas olacağız. Dönemi anlatan sanat eserleri, bize bu konuda çok yardımcı olacaktır. 

Bizlere özgür, onurlu bir ülke bırakan atalarımızı, cumhuriyetin kazanıldığı topraklarımızda rahmet, minnet ve şükranla anıyor, çocuklarımızın ve sonraki nesillerin, aynı onur ve şerefle bu topraklarda yaşamasını diliyorum.