Başak Nakilcioğlu'nun resim sanatında konunun tarihçesini kaleme aldığı yazısı...

Bana resim yapmayı sevdiğini, ne zamandır resme başlamak istediğini ancak ne yapacağını bilemediğini söyleyen ve bunu soran insanlar oluyor. Onlara “Resmini yapmaya değer bulduğun her şeyi yapabilirsin” diyorum. Üzerinde çalışmaya, şekillendirmeye değer bulduğunuz her şeyi yapabilirsiniz. Bir yaprak da yapabilirsiniz, bir orman da. Bunun gibi detay ya da genel, küçük büyük demeden çalışabilirsiniz. Neden?  Çünkü resmini yapmaya değer bulmak düşüncesi bir duygudur ve tüm sanatlar bu duygudan gelişir.  Üzerinde çalışmaya değer bulduğunuz duyguya, oluşturduğunuz konuya dair eser üretme çabasına girişirsiniz. Yazmaya değer bulacağınız bir cümle, yontmaya değer bulacağınız bir kavram, bestelemeye değer bulacağınız bir melodi… Bunların hepsi bir düşünce, bir fikir, size ait bir duygu ve en nihayetinde çalışmanızın konusudur. Ne yapacağınız yani “Konu” hakkında siz karar verebilirsiniz. Ancak bu her zaman böyle değildi. 

Örneğin 30.000 yıldan fazla geriye gidelim. Mağara sanatında hayvanların ve stilize insan figürlerinin konu edildiğini görürüz. O dönem insanlarının mağara resimlerini, avlanmaya yardımcı olması amacıyla yaptıkları düşünülüyor. İster avlanmaya yardımcı olması ister o dönemdeki inançlarını yansıtması, rolleri ne olursa olsun en temelde konu; insanın hayatta kalmasına yardımcı olacak görsel araçlar tasarlamaktı. 

Eski Mısırlılar mezarları ve sonrasında papirüs metinlerini resimlediklerinde konu tanrı inançları ve bu inancın etrafında gelişen yaşantıydı. Bu resimlerin kendilerini koruyacağına ve öteki dünyaya yolculuklarında kendilerine yol göstereceğine inanıyorlardı. Mısır resminde konu binlerce yıl boyunca “önem perspektifi” kuralıyla gerçekçi bir tarzda işlendi. Bu perspektif kuralında önemli olay ve kişi büyük, önemsiz olan olaylar ya da kişiler küçük yapılırdı. Bu çalışmada göreceğimiz gibi konuyu binlerce yıl boyunca “önem” kavramı belirledi. Tarih boyunca ve şimdide konuyu her zaman neye önem verildiği belirledi. İnsan yaşamında önem verilen kavramlar değiştikçe konu da değişti.  İnanç önemli olduğunda inanç ve temsilcileri konu edildi. 

Çin sanatında da ölümden sonraki yaşam konu edildi. Bu amaçla M.Ö geç üçüncü yüzyılda toprak askerler yapıldı. Bu askerler imparatorun öldükten sonra güvenliğini sağlamaları için imparator ile birlikte gömüldüler. 8000 toprak asker gerçekçi bir tarzda, hepsinin yüz ifadesi birbirinden farklı olarak yapılmıştır. Ayrıca 520 at, 130 savaş arabası ve 150 süvari atı bulunduğu tahmin edilmektedir.

Binlerce yıl boyunca konu edilen inanç, farklı kültürlerde çok farklı şekillerde ifade edildi bununla beraber ifade şekli zaman içinde değişti. Örneğin doğuda ilk sanatçılar Buda’yı insan biçiminde temsil etmekten kaçındılar. Onun yerine ayak izi, dharma çarkı gibi Buda’nın varlığını gösteren simgeler kullandılar.

Klasik Yunan sanatı da inancı, tanrıları konu edindi ve tanrıları, kahramanları idealleştirilmiş figürler olarak tasvir etti. Roma sanatı Klasik Yunan geleneğini temel aldı ve konu yelpazesine askeri başarıları ve imparatorların zaferlerini ekledi. İfade tarzı keskin bir gerçekçilik oldu. 

Ortaçağ da ise Hristiyan sanatı konu edindiği İncil’i ve hikayelerini simgesel görüntülerle iletmeye yöneldi. Konular gerçekçi betimlemelerden uzak, stilize bir üslupla tasvir edildiler. Öncesinde ve Ortaçağda da resimler sipariş edilerek yapılırdı. Resmin konusunu sipariş eden kişi ya da kilise belirlerdi. Genellikle Saray, kilise ve aristokratlar tarafından verilen siparişlerde konunun belirlenmesi hatta resimde kaç figür olacağı ve figürlerin nasıl yerleştirileceği gibi detaylar da, siparişi veren tarafından belirlenirdi. Ortaçağda Rönesansa kadar, mısır duvar resimlerinde olduğu gibi, resimler önem perspektifine göre kurulurdu. İnsanın görme biçimine uyan doğal bir anlatım tarzı henüz ortaya çıkmamıştı. 

Her ne kadar geçmişe baktığımızda, sanatta konu belirli bir döneme kadar önceden belirlenmişse ve konunun işlenişinde katı kurallar geçerli olsa da, mısır sanatında da ortaçağ sanatında da önceden belirlenmiş bu kuralları esneten ve kendi sanatını sezdiren sanatçılar oldu. Giotto gibi. Giotto önem perspektifi kuralını uygulamayıp, resminde insanı, mekanı ve tabiatın tümünü kullanan öncü bir sanatçı olmuştur. Giotto’nun resimlerinin konuları değişmemekle birlikte, konuyu ele alışı çağdaşlarından oldukça farklıydı. Resimlerindeki karakterleri gerçek dünyadaki gibi mekanlara yerleştirdi. Altın yaldızlı arka plan yerine mavi gökyüzünü koydu. İnsani duyguları betimleyen ilk sanatçı oldu. Dönemi için oldukça cesur davranan Giotto bu ve benzeri kattığı pek çok yenilik ile Batı sanatında Rönesansa uzanan yolun önünü açmıştır. Giotto’dan sonra geç Ortaçağ sanatında doğallık içeren konular, doğal, keskinlikten uzak bir üslupla işlendi. Birçok şeyin değişeceği Rönesansa kadar. Emile Zola’nın şu sözünün uygulanması için yüzyılların geçmesi gerekecekti:

“Bir sanat yapıtı, bir insanın yaradılışının süzgecinden geçme bir doğa parçasıdır.”

Haftaya Rönesanstan itibaren günümüze “konu”muza devam edeceğiz. Sanatla dolu güzel bir hafta dileklerimle, sanatla kalın

İyi ki sanat var