John Berger, ‘Hoşbeş’ adlı kitabında şöyle diyor: "Gizli bir yetimler ittifakı öneririm. Birbirimize göz kırparız. Hiyerarşiyi reddederiz. Her türlü hiyerarşiyi. Dünyanın pisliğini olduğu gibi kabullenir, buna rağmen nasıl hayatta kaldığımıza dair hikâyeleri paylaşırız. Münasebetsiziz biz, kopuğuz. Evrendeki yıldızların yarısından fazlası hiçbir takımyıldıza ait olmayan yetim yıldızlardır. Takımyıldızların hepsinden daha fazla ışık verirler.

Emil Michel Cioran, yaşama filozofu ve yazar. Nihilist değildir, aslında hiçbir şey değildir kendi deyimiyle. Evet bazen nihilist damarı tutar. “Ben su katılmamış bir inkarcıyım” der. Berger’in deyimiyle münasebetsiz bir kopuktur. 

Paul Valery’ye sormuşlar, neden yazıyorsunuz? diye. “Zayıflıktan ötürü” demiş. Cioran’a göre yazmak, zayıflıktan da öte bir şey, sefalet gibi bir şeydir. İçsel bir sefalettir bu. Zayıflıktan da öte bir çöküştür. Yazmak; bağırmamak içindir, çığlık atmamak içindir. 

Cioran, teorileri, kuramları, düşünceleri, bize verili olanı bir kenara bırakır ve yaşama, yaşamda olana yönelir. Yaşamı, insanları gözler hep, yaşamaya çalışır her daim. Kitaplarında anlam, yaşamdan sonra gelir. Kuramlar üzerinden bir yaşam anlayışına ulaşmayı reddeder. Önce yaşamak gelir, anlam değil.  

Gözyaşları ve Azizler’de; “Okuma yazma bilmeyenlerle temas ettiğimde bir gerçeklik duygusu hissettim, bu duygu bedenimi titretti; Karpatlardaki çobanlar Almanya’daki profesörlerden ya da Paris’teki muziplerden daha fazla etkiledi beni” diyerek yaşamdaki gerçeklik, içtenlik duygusunu vurgular. Ona göre var olanla yüz yüze yaşamak gerekir, zihinle değil. Düşünme zevki için düşünen soyut insanın karşısına organik insanı koyar. Vücudunu hissetmeyen kişi, hiçbir zaman canlı bir düşünce tasarlayamayacaktır.

“Umutsuzluğun Doruklarında” adlı kitabında şöyle seslenir: Ben, kan ve beden kokusu olan düşünceleri severim…. Niçin canlı gerçeklerin özel değerini kabul etmek istemiyoruz.... Dünya anlamdan yoksun olduğuna göre, yaşayalım işte!... Neden insanlar kesinlikle bir şey gerçekleştirmeye can atıyorlar? Serinkanlı bir dinginlik içinde, şu göğün altında hiç kımıldamadan dursalar çok daha iyi etmezler mi? Yapılması gereken ne var ki? Bunca çaba, bunca hırs niye? İnsan sessizlik duygusunu yitirdi.

Evet hengame bir zamanın içinde koşuşturup duruyoruz. Ordan oraya bir şeyler yapmak için. Durmaya hiç zamanımız yok artık. Durup bakmaya, görmek istemeye. Hızla geçiyoruz her şeyin yanından. Hız, bizi tüketiyor ve hırslarımız. Ve sesler her yerden gelen gürültüler. Uzun muhabbetlere, yürüyüşlere, yollara, bekleyişlere hiç mi hiç zamanımız yok. Derine inememenin, insanı ve sevgiyi bulamamanın, sessizliği duyamamanın sancısı bu. İçe dönememenin huzursuzluğu. Her şeyin tek porsiyona dönüşmesinin kurbanları olduk.     

“Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne” kitabından; uzanmak bir yere, koklamak toprağı ve söylenmek kendi kendine; işte bu topraktır bitkinliklerimizin umudu ve sonu; dinlenmek ve çözülüp gitmek için daha iyisini aramak boşuna.

"Çürümenin Kitabı”nda Cioran, Nerede tükettin ömrünü? diye sorar. “Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın pırıltısı, güzel ve firari bir cinnet- geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin, senin rüyan neydi peki?

Yaşamımızda bir hareket, tutku, heyecan, cinnet anı kalmadı. Her şeyden önce insanız, duygularımız var. Ve zaaflarımız, bizler zaaflarımızla varız, bunlar zayıflık değil aslında, bizim onurumuz, bizi biz yapanımız. Bunu görmek ve kabullenmek insanca olan. Ve yaşamak burada ve şimdi. 

Düşlerimiz nerede kaldı?