Hakan Yılmaz, "Uğultu" başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

Koca bir uğultu bu dünya. Koşuşturan, savrulan, dağılan gölgelerin homurtularıyla kaplı. Oradan oraya uçuşan gölgelerin vızıltıları, iniltileri, anlaşılmaz sesleriyle dolu. Adeta bir gölgeler yığını.

Her yerden gelen sesler, bağırışlar, haykırışlar, yankılar, evet yankılar, sadece yankılar kaplıyor ortalığı gölgeler gibi. Bir yankı, bir gölge dünyası. 

Koca bir vitrin bu dünya. Varsa yoksa imajlar, görüntüler. Görünmek, göstermek uğruna harcanan hayatlarla dolu bu dünya. Ben de buradayım, bana da bakın, beni de görün diye bağıran gölgelerle dolu. Göstermenin ve görünmenin azgınlığı ile kaplı. Görme açlığı ve gösterme arzusu ile kuşatılmış gölgelerle. İnsanı kemiren, yutan, derde düşüren görünememe korkusu. Görüntü yığınının altında kalan, kaybolan, ezilen bir dünya ve yaşam. Ruhsuz vitrinler yığını. Duvardaki rutubet misali, için için çürüyen, küf kokan insan gösterileri, uğultuları. Her yerde görünmek, bir yokluğun pençesinde kıvranmak oysa. Hep görünerek yok olmak. 

Yaşamın yalnızca çaresiz gözlemcileri ve kurbanları haline geldik. 

Erlend Loe, “Bildiğimiz Dünyanın Sonu” romanında, “her şey bir konumlar ve nesneler panayırından ibaretti” diyor. Her yerde koştura koştura kimliğimizi arıyoruz. Hatta bir kimlik ödünç edinmeye çalışıyoruz. Kredili yaşamlar ve hikayeleri. Gölgeden geçtim gölgesizliği vardım. Gölgenin bir gerçekliği var. Gölgenin var olabilmesi için insanın var olması gerek. 

Yaşadığımız bir gölgesizler uğultusu!  

"Çürümenin Kitabı”nda Cioran, “nerede tükettin ömrünü, iz bırakmadan kayıp gittin, senin rüyan neydi peki?” diye sorar.

Kaybolur dünyanın uğultusunda,

anasının rahmini arar,

kemire kemire zamanı, 

Gölgenin gölgesizleri..

Gördükçe körleşiyor, göründükçe kayboluyoruz. 

Duydukça ve duyuldukça bir uğultu oluyoruz.

Senin bir gölgen var mı? Bir sesin, bir diyeceğin?