Hakan Yılmaz, "Vaaz Verme Çılgınlığı" başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

Bu söz, Emil Michel Cioran’ın Çürümenin Kitabı’ndan. 

Herkes konuşuyor, konuşmakla da kalmıyor vaaz veriyor. Herkeste bir vaaz verme çılgınlığı. Etrafımız tanımlar mezarlığına dönüşmüş durumda. Her şeyin bir açıklaması, bir reçetesi var. Bu şudur, o budur, şu o dur diye uzayıp gidiyor. Hayat bir terimler sözlüğü sanki!

Siyahlar ve beyazlar, kesinlikler sarmış dünyamızı. Şunu yaparsan şöyle olur, bunu yaparsan böyle olur. Sahte mutlaklar geçidi. İnanca dönüştürülmüş fikirler. Havada dönüp duran uğultular. Kimin ne söylediğinin hiçbir önemi yok. Bir sesi var ve bu yeterli. Ama geviş getirdiğinin farkında bile değil.  

Herkes birbirine mutluluk reçeteleri dağıtma derdinde. Halbuki kendi söküğünü dikemiyor. Toplum bir kurtarıcılar cehennemi gibi. Dünyamız bir idealler imalathanesine dönüşmüş. Her şeyin bir ideali, bir formolü var artık. Bedenin de, zihnin de, duyguların da, ruhun da. Bilinç her tarafa sızmış halde, insan da artık varoluşu içinde değil, varoluş teorisi içinde yaşıyor. Halbuki bir budalanın sırıtışında laboratuar araştırmalarından daha fazla bilgelik var. 

 Ah ne kadar da çok önemsiyoruz kendimizi ve fikirlerimizi.

Ah ne kadar da çok göstermek için yırtınıyoruz kendimizi. 

Her şeyin merkezi bizmişiz gibi. 

Hiçten fazla olduğumuzu kanıtlayan hiçbir şey yok oysa.

 Doğrularımız atalarımızınkinden daha değerli değil. Onların mitoslarının ve simgelerinin yerine kavramlar koymuş olmakla kendimizi ilerlemiş zannediyoruz. 

Kendini beğenmişliğimizin haddi hududu yok. İlerleme fikri ve başarma hırsı bizi zamanın dorukları üzerinde kendini beğenmişlere çevirdi; ama o doruklar hiç yok. Cioran’ın dediği gibi; ininde ürküntüyle titreyen mağara adamı, gökdelenlerde de hala titremektedir. Korkularımız değişmedi. Sahip olduğumuz araçlar, eşyalar, nesneler değişti sadece. Bir de sahip olma hırsımız. Mülkiyet, tüketme, gösterme, görünme çılgınlığımız. Eşyanın, sahip olmanın, hazzın kendisi başlı başına bir amaca dönüştü. 

 Cioran, nerede tükettin ömrünü? diye soruyor. Bir hareketin hatırası, bir tutkunun işareti, bir maceranın pırıltısı, güzel ve firari bir cinnet- geçmişinde bunların hiçbiri yok; hiçbir sayıklama senin ismini taşımıyor, seni hiçbir zaaf onurlandırmıyor. İz bırakmadan kayıp gittin, senin rüyan neydi peki? 

Nerde tükettin ömrünü?