Hakan Yılmaz, "Sessizlik" başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı...
Her yerde sesler var. Konuşmalar, konuşmalar, konuşmalar. Uzayıp giden konuşmalar. Dinleyen yok. Sessizlik yok. Gürültüyle, uğultuyla kaplı bir dünya. Kentler sesten, bağırışlardan ibaret. Dışımızda sesler, içimizde sesler. Bir ses topunun içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Buna bir de görüntüler ekleniyor. Görüntü ve ses bombardımanı altındayız. Sessizlik çok uzaklarda…
Emil Michel Cioran “Umutsuzluğun Doruklarında” adlı kitabında şöyle diyor:
Neden insanlar kesinlikle bir şey gerçekleştirmeye can atıyorlar? Serinkanlı bir dinginlik içinde, şu göğün altında hiç kımıldamadan dursalar çok daha iyi etmezler mi? Yapılması gereken ne var ki? Bunca çaba, bunca hırs niye? İnsan sessizlik duygusunu yitirdi.
Sessizlik duygumuzu yitirdik. Ha bire konuşup duruyoruz, nefes almadan. Ne kadar da çok anlatacağımız şey varmış meğer! Bir hengamenin içinde oradan oraya savrulup duruyoruz. Hızla geçiyoruz herkesin ve her şeyin yanından. Hız, tüketiyor bizi. Ve sesler, her yerden gelen gürültüler. Zamanımız yok, uzun muhabbetlere, yürüyüşlere, yollara, bekleyişlere. Sessizliğini duyamamanın sancısı bu yaşadığın. İçine dönemeyişinin huzursuzluğu.
Aurora Aksnes. Norveçli müzisyen. Aurora’nın kendi çektiği bir belgesel var, Nothing is Eternal (Hiçbir Şey Sonsuz Değildir). Belgeselde çocukken gittiği bir adayı; ağaçları ve oradaki sessizliği anlatıyor. Doğadaki sessizliği dinliyor, içindeki sessizliğe göz kırpıyor. Ve müziği sessizliğinden besleniyor.
John Berger, “Kıymetini Bil Herşeyin”de, rüzgarı, kuşların telaşsız seslerini ve hayran olduğu sessizliği içine çeker. Pascal da, bütün mutsuzluklar için esas suçlanması gereken şeyin, sakince oturmak yerine, hastalıklı bir koşuşturma hevesi olduğunu söyler. Ona göre mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir.
Siddharta, sessiz bir yürekle, bekleyen, dışa açık bir ruhla dinlemeyi öğrenir. Kendi ruhunun nefesini, iç sesini duymaya çalışır. Bizler hayatın bu telaşesinde ve koşuşturmacasında iç sesimizi hiç duyamıyoruz. Seslerden örülmüş duvarların içinde yaşamaya mahkum olmuş gibiyiz. Biraz sessiz kalabilsek, içimizdeki sese kulak verebiliriz. Ama bizim durmaya hiç niyetimiz yok. Hele konuşmamaya.
Dücane Cündioğlu, “Sanat ve Felsefe” adlı yapıtında; “ihtiyacımız olan şey cesaret değil, tevazu” diyordu. Diyorum ki ihtiyacımız olan şey konuşmak değil, dinlemek ve sessizlik…
Sessiz yol, sessizce, güneşin doğuşunu takip eder…
Herbert Grönemeyer