Hakan Yılmaz, "ÇOCUKLUĞUMUZA DÖNELİM, ANAYURDUMUZA, DÜŞLERİMİZE…" başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

Çocuk düşlerin, merakların, hayretle bakan gözlerin, küçücük dokunan ellerin, gülüşlerin dünyası. Nietzsche “Böyle Söyledi Zerdüşt’te, “masumiyettir çocuk ve unutuş, yeni bir başlangıç, bir oyun, kendi kendine dönen bir çarktır, bir ilk hareket, kutlu bir evet deyiştir” diyor. Yaşama açık oluş, yaşamın getirdiklerine meraklı, sevinçli bir evet çocukluk. Yaşar Kemal çocuk gözlerinin her şeye hayretle baktığını söyler. Yusuf Atılgan da, içten yalnız çocuklar ve bir de delilerin gülebileceğini ifade eder. Çocuk içinden geldiği gibi, hissettiği gibidir.  

Çocukluğumuzu özleriz hep, büyüdükçe katılaştırırız yaşama karşı. Düşlerimizi, hayretlerimizi, gülüşlerimizi, sıcaklığımızı alır içimizden büyümek. Çocuk nedensizdir, hesap kitap bilmeyen, olduğu gibi. Ahmet Uluçay içindeki çocuğu hep canlı tutar. Ona göre “çocukça saflık, çocukça duyarlık, insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu, ne yazık ki yitirdiği şey”dir. Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi, çocuklar masumiyetlerini kaybetmemişlerdir çünkü, bilgiyle kirlenmemiş, kendilerini kendilerine akıl ipi ile bağlamamışlardır. Çocuğun saflığı zamanla kaybolur. İlişkiler hep bir hesap kitaba bağlanır. Yaşam da bir akla, mantığa. André Malraux “İnsanlık Durumu”nda; insan yaratıldıktan sonra, onun içinde çocukluktan, ergenlikten bir şey kalmadığında, gerçekten bir adam olduğunda, ölmekten başka bir işe yaramaz artık. İçimizdeki çocuk gittiğinde, yani düşlerimiz, hayret edişlerimiz, meraklarımız yaşama sevincimiz de kaybolur. Andrey Platonov “Çukur” romanında; büyüme küçük kız, için kararır!” diye haykırır. Büyüdükçe düşlerimiz parçalanır, bakışlarımız kilitlenir. Her yöne ve her şeye özgürce merakla bakabilirken gözlerimiz, belirli hedeflere baktırılır. Ellerimiz de duymaz olur. Meraklarımız, hayretlerimiz azalır, her şey düşten çıkar ve sıradanlaşır, mekanikleşir. İçimiz boşalır, eksiliriz ve hep çocukluğumuzu arar dururuz. 

Yaşar Kemal, İnce Memed’de 14 yaşındaki çoban çocuk Müslüm’ü anlatır: “Onun canı hiç sıkılmazdı. Bir küçücük kuşa, bir arıya, böceğe, kartala dalar, onların yaşamına katışır, kendini unutur giderdi.” Jorge Amado “insanın anayurdu çocukluğudur” diyor. Yalın, çocuksu gözlerle bakılınca dünya bir başka görünür. Anayurdunun kopunca da sürükleniyor oradan oraya. Latife Tekin de “çocukluk anılarınızın canlanmadığı yerlerde yaşama sevinciniz söner, bırakıp gidin oraları” diyor. 

Nazım Hikmet “Lehistan Mektubu” şiirinde küçük bir çocuk bakışını şöyle anlatır:

sevgilim, gonca gülüm

başladı lehistan ovasında yolculuğum:

küçücük bir çocuğum,

bakıyorum ilk resimli kitabıma;

küçücük bir çocuğum,

sevinçler içinde hayretler içinde;

küçücük bir çocuğum,

bakıyorum ilk resimli kitabıma,

insanları, hayvanları, eşyaları

daha renkli, daha güzel

yeni baştan keşfedecek.

Ve çocuklar bizim dünyamızdan kaygı duyar, korkar. “Sonsuzluk ve Bir Gün” filminde Arnavut çocuk ölen arkadaşına: “Ey, Selim. Korkuyorum, deniz çok büyük. Gittiğin yerde seni ne bekliyor? Ey, Selim. Gittiğimiz yer nasıl olacak? Ey, Selim. Anlat, anlat bize, bütün bu koca dünyayı anlat bize” diye bağırır ve ağlar. Çocuklar düşleriyle ölür. İçlerinde korkuları kalır.  

Dücane Cündioğlu “Sinema Ve Felsefe” kitabında bir baba ile oğulun anısından söz eder: “Çıplak olarak ölü bulunduğunda Romy Schneider’ın avucunda sıkışmış bir kağıt parçasından babası Wolf Albach-Retty’nin bir zamanlar kendisine yazıp bir yaş gününde hediye ettiği şu sözler okunuyordu: Steck deine Kindheit in die Tasche und renne davon, denn das İst alles, was du hast! Kısaca anlamı şu: Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buralardan, çünkü sadece senin olan tek şeydir o!”

Bizim olan tek şey çocukluğumuz, bize kalan tek şey o, sılamız, hasretimiz. İçimizdeki çocuk gülüşü. Nedensiz, hesapsız bakışlar, dokunuşlar, hisler. 

İçindeki çocuğa dokun, o sana gülüşü, yaşamı hatırlatır. 

Sezen Aksu’nun “Masum Değiliz” şarkısında dediği gibi; 

İçindeki çocuğa sarıl, 

Sana insanı anlatır…