“Sana bir şeyi nasıl bilebileceğini öğreteyim mi? 

Bildiğin zaman bildiğini anla, bilmediğin zaman ise bilmediğini anla…”    -Konfüçyüs

Bildiğiniz üzere, hafta içerisinde ilan ettiğimiz gibi, Afyon Postası'nda haftalık yazılarıma başlıyorum. Gündem uzun bir süredir pandemi ya da kovid olunca, kısaca durumu değerlendirelim istedim. Bu kriz tarihin gördüğü en derin ekonomik krizlerden birisi olabilir ya da böyle bir yapıya dönüşebilir. Geçmişte yaşanan bir takım krizlere ya da pandemilere baktığımızda, durumu çok daha iyi özetleyebiliriz. Bugün için Kovid-19 Pandemi süreci, ilk olarak Çin’de başlayan ve 188’den fazla ülkeyi etkisine alan bir yapıya dönüştü. Birçok ülke, gerek ekonomik gerekse sosyolojik bir çöküntü yaşamakta, bir an önce hayatın normale dönmesi için dua etmekte ya da çaresizlik içinde beklemektedir. Kimilerine göre dünya, bir sınavdan geçmektedir ve insanoğlu yaptıklarının acısını çekmektedir. Ancak bu noktada insanları, kurumları, devletleri ya da toplumları yargılamanın kimseye faydası olmadığı çok açık. İnsanoğlu geçmişte veba, gribal enfeksiyonlar ve aids gibi birçok hastalıkla sınavını vermişti.  

Günümüzde birçok uluslararası finans kuruluşu ya da uzmanlar bu krizi, 1929 küresel finans krizinden beri, dünyanın karşılaştığı en büyük ekonomik kriz olarak açıkladı. Gerçekte o döneme baktığımızda, ilk pandemik krizlerden birisi olarak 1918 – 1920 yıllarındaki İspanyol gribini hatırlayabiliriz. Bu gripte 500 milyon insanın enfekte olduğu ve 50 milyon insanın hayatını kaybettiği tahmin edilmektedir. Dünya nüfusunun o yıllarda 1,5 milyar olduğunu düşünürsek ne kadar ürkütücü bir rakam olduğu da görülebilecektir. Yüzde olarak bakıldığında ölüm oranı dünya nüfusunun % 3.3’üne denk gelmektedir. Bugünkü dünya nüfusu açısından konuya yaklaşırsak, 250 milyon insandan daha fazlasının ölümü anlamına gelir ki, böyle bir sonucu hiç düşünmek bile istemeyiz. Konuya 1929 krizi açısından baktığımızda; ilgili dönemde hemen hemen gelişmiş ülkelerde işsizlik % 25’lere dayanmıştı, faaliyet gösteren bankaların yarısı iflas etmiş ve 20.000’den fazla şirket batmıştı ve intihar girişimleri büyük oranlardaydı. Aslında 2020 pandemik krizine bakıldığında benzer ekonomik sonuçların olduğunu görüyoruz. Hem işsizlik hem de ekonomik göstergeler benzer şekilde hareket ediyor. Tek fark büyük buhranda ağırlıklı olarak endüstrileşmiş ülkeler etkilenirken; pandemi de tüm dünya ülkeleri etkilenmiştir. 

Uluslararası Çalışma Örgütü, yılın ikinci yarısında krizin etkilerinin derinleşmesiyle, pandeminin % 6.7’lik bir çalışma süresi kaybına neden olacağını açıkladı. Toplam çalışma süresiyle bu oranı ilişkilendirirsek, çalışma süresi kaybının ekonomik sonuçlarının ne kadar ürkütücü olabileceğini tahmin edebilirsiniz. Burada her hangi bir felaket tellallığı yapmak gibi bir niyet gütmüyorum. Ancak yapılabilecekler konusunda çok iyi düşünmeli ve hızlı adımlar atabilmeliyiz. Aksi takdirde insanlar tembelliğe, öğrenciler okulsuzluğa ve işletmelerde hızlı bir çöküşe doğru gidebilirler. 

Gelişmiş ülkelerden Almanya, ABD ve İngiltere’nin bu kriz süreciyle ilgili yönetim politikalarına bakıldığında; büyük firmalara sınırsız borçlar verilmekte, çalışanların gelir kayıpları karşılanmakta, firmalara satış alım garantileri getirilmekte ve sınırsız finansal destek paketleri sunulmaktadır. İlginç olan 1929 buhranı sırasında nasyonalizm akımları hız kazanmıştı ki; 2020 pandemisinde de yabancı düşmanlığı ve milliyetçilik daha ön planda yer alırken, popülizm de artmıştır. Bana ilginç gelen konu 2019 yılı Dünya Ekonomik Forumu toplantılarında “Popülizm” tartışmalarıydı. Trump, ABD Başkanlığına geldiğinde ABD’de işsizliği bitireceğini vadetmişti ki, pandemi öncesi bunu başardığını da söyleyebiliriz. Birçok kişi Trump’ın aykırı tutum ve davranışlarına odaklanırken, ekonomik yönetim ve istihdam açısından ABD önemli adımlar atmıştı. Ancak pandemiyle birlikte her şey tersine döndü. 2019 yılı DAVOS toplantısının ana gündem maddesinin “Popülizm” olarak belirlenmesi hiç de sürpriz değil gibime geliyor. Dolayısıyla pandemi sürecinde yaşananlara bakıldığında, bu pandemik sürecin Laboratuvar ortamında hazırlanmasına yönelik iddiaların hiç de küçümsenmeyecek derecede gerçekçi olduğu aşikârdır. 

EĞİTİMDE NEREYE GİDİYORUZ

Geçen hafta içerisinde bildiğiniz gibi üniversite sonuçları açıklandı. Sonuçlara bakıldığında üniversitelerde farklı bir yapılanmaya doğru gidildiği çok açıktır. Özellikle mühendislik fakültelerinin kontenjan boşlukları çok dikkat çekiciydi. Meslek Yüksekokullarımızda da sıkıntılar devam etmekte. YÖK’ün son bir yıldır, doğrudan bölüm kapatmaları ve kontenjan azaltmalarına karşın, hala sistemin tam olarak istenilen etkinlik skorlarını vermediği çok nettir. Bunun yanında Kovid’e bağlı olarak, hem milli eğitim hem de üniversitelerin açılıp açılmayacağı belirsizliğini korumaktadır. Hâlbuki geçmiş dönem için elde olan imkânlar ölçüsünde planlamalar yapılmıştı. Ancak bu dönem sistemin çok daha iyi bir biçimde düzenlenmesi zorunluluk arz etmektedir. 6 ay öncesine kadar, kısa bir tatil olarak algılanan bu sürecin, “eğitim açısından kayıp bir nesil oluşturduğunu” görebiliriz. Şu an için hem velilerin hem de yöneticilerin, ister uzaktan ister yüz yüze olsun, daha etkin bir süreç yönetimi yapmak zorunda olduklarının bilincinde olduklarını düşünüyorum. Bunun yanında eğitim sürecinde önümüzdeki yıllar içerisinde çeşitli aksaklıklar olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle uzaktan eğitim de eğiticilerin eğitimi ve verimliliği üzerine çok az çalışma yapıldığını görüyorum. Öğrencilerin daha bilinçli hareket etmesi, online imkanların kullanılması konusunda da daha aktif rol olmaları gerekiyor. Altyapımızı eksik, eğitimcilerimiz-öğrencilerimiz hazır değil ve sistemimiz problemli. Yöneticilerimizden bu süreçte daha girişimci ve proaktif bir tutum beklerken, umarım yeni sıkıntılar ile karşılaşmayız. Çünkü zaman olarak endüstri 4.0’da yaşıyoruz ancak kriz yönetimi olarak değil. Ben de sizler gibi ne yazık ki sadece izleyebiliyorum. 

Prof.Dr. Şahabettin Yiğitbaşı

Afyon Postası'ndaki ilkyazım da hocamı yazabilme ve anabilme şansını elde ettim. Üniversitemiz, merkez kütüphanemize değerli hocamız Prof.Dr. Şahabettin Yiğitbaşı’nın ismini vermeyi, senatomuzda oybirliğiyle kabul etti. Üniversite yönetimimize ve senato üyelerimize çok teşekkürler. Bu karar neden önemli biliyor musunuz? Bu karar, haksız yere mağdur edilmiş ve yıpratılmış, akademik camiasının hala sevdiği bir tepe yöneticisine, manevi bir sevgi göstergesidir. Kırkgöz kampüsümüzde hocamız için “Prof.Dr. Şahabettin Yiğitbaşı Yaşam Odası” oluşturmuştuk. Burayı ziyaret eden öğrenciler; ailesiyle, göreviyle, ilimiyle ve sanatsal kimliğiyle görmeden tanıyabileceği örnek bir kişiliği inceleyebilir ve örnek alabilirler. Unutmayalım bu tarz yerler sosyal medya gençliğiyle mücadele araçlarımız olacaktır. Bilim insanlarımız kolay yetişmiyor, kendisini memleketine adayan, kurumuna enerjisini veren insanlarımızı lütfen kolayca harcamayalım. Aksi takdirde bir insanı mağdur edeyim derken, farkında olmadan öğrencilerini, şehrini, hayat değerlerini ve ilkelerini de yıpratıyorsunuz. Müsaadenizle Şahabettin hocam ile aramızda geçen ve zamane gençlerimizin de kafa yormaları gereken bir diyaloğumu sizlerle paylaşmak istiyorum. 

“Hocamla yaklaşık 20 yıl önce beraber Afyon’dan Bolvadin’e doğru onun arabasıyla gitmekteydik. Hocam Bolvadin’in girişinde bana dedi ki, Cantürk, “bir Paris’e bir de Bolvadin’e girerken mutlu olurum ve heyacanlanırım”. O an nedenini hocama soramadım. Bu olaydan 15 yıl sonra bir program sırasında hocama sorma fırsatım oldu. Hocam neden böyle söylediniz, Paris ve Bolvadin düşünüyorum, ilişki kurmaya çalışıyorum ama bir türlü cevabını tahmin edemedim. Neden böyle söylediniz, açıklar mısınız, hocam öyle güzel bir kahkaha attı ki anlatamam. Hocamı normalde böyle gülerken her zaman göremezsiniz, üniversite birçok hocamdan, ne söyledin de hocayı bu şekilde güldürebildin biçiminde sorularla karşılaştım. Bu anın fotoğrafını da sizlerle paylaşmak istedim. Hocam dedi ki, 1960’lı yıllarda Afyon Lisesindeyken, memleket hasreti çekerdik, Bolvadin’den haber almak isterdik ancak Haskaymak 15 günde bir gelir, şimdiki gibi cep telefonu vb araçlarımız da yok, mektup göndersek cevap 15 gün sonra, otobüs muavininin ellerindedir. Dolayısıyla özlemle memleket haberlerini hacıyolu bekler gibi 15 gün beklerdik. Fransa’da benim için özeldir. Doktoramı orada yaptım, zor günlerdi, şimdi bakıyorum da her şey ne kadar hızla değişiyor. Dolayısıyla Bolvadin ve Paris öğrencilik yıllarımda çok zorluklar çektiğim ve bir o kadar da sevdiğim şehirlerdir” biçiminde ifade etmişti. 

Kitap Tavsiyesi …  

Sevgili okuyucular, her hafta zaman oldukça sizlere, okumanız için kitaplar tavsiye etmeye çalışacağım.

   Ünlü yazar John Boyne, birçok ünlü eserin yazarıdır. Olayları tarihi ve yaşanmış olaylarla ilişkilendiren yazar, çoğu kez alışkanlık haline getirdiği eserleriyle bağımlılık oluşturur. Bu eserde de II. Dünya savaşı, Polonya Auschwitz-Birkenau Nazi kampında yaşanan sıkıntıları, iki çocuğun farklı bakış açılarıyla göstermeye çalışmıştır. Filmi de olan bu kitap, duygusal, heyecan verici ve sorgulayıcı bir yapıdadır. Özellikle Polonya ziyaretimde farkettiğim bu eser, emin olun sizlere ve çocuklarımıza çok şeyler katacaktır.