Hakan Yılmaz, "At Kestanesi" başlıklı yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

“Bulantı”, Jean Paul Sartre’ın romanı. Romanın ana karakteri, Antoine Roquentin. 

Roquentin, giderek yoğunlaşan bir tiksinti, bulantı duymaya başlar. Bulantı, nesne korkusunu, fazladanlığı, ölümü, varoluşun belirsizliğini ve anlamsızlığını, saçmanın mutlak varlığını, insanın yalnızlığını ifade eder. 

Sartre, 29 Ekim 1945'te Paris'te verdiği bir konferansta şunları söylüyor: 

“Varoluşun özden önce geldiğini söylemekle ne kastediliyor? Bu, her şeyden önce insanın var olduğu, ortaya-sahneye- çıktığı ve ancak daha sonra kendini tanımladığı anlamına gelir. Eğer insan, varoluşçunun onu kavradığı gibi, tanımlanamazsa, bunun tek nedeni onun hiçbir şey olmasıdır. Ancak daha sonra bir şey olacak ve ne olacağını yapmış olacaktır.” 

Oruç Aruoba’nın “De ki İşte” kitabında dediği gibi, yaşamımız, yaşadıklarımızdır, yaşamaya karar verdiklerimiz ya da yaşamak istediklerimiz değil. 

Bulantı’da ise “var olan her şey, nedensiz ortaya çıkar, zavallılığı yüzünden varoluşunu sürdürür ve rastgele ölür” diyor. Roquentin, ona verilmiş, hem de bir hiç için verilmiş olan hayat karşısında şaşırmış durumdadır.  Belirsizliğin ve anlamsızlığın tam ortasındadır. 

Ortega y Gasset, “İnsan ve Herkes” adlı kitabında, “emin olduğum tek şey belirsizliktir” diyor. İnsan bir belirsizliktir. Bir belirsizliğin içine doğar ve başka bir belirsizliğe doğru (ölüm) yol alır. Yürüdüğü yollar da belirsizdir. Çağımızda bu yolların belirsizliği daha da artmıştır. Peki neden? 

Elias Canetti, “İnsanın Taşrası” adlı kitabında yaşadığımız çağı ve içinde bulunduğumuz belirsizliği, anlamsızlığı şu sözlerle açıklıyor: 

“İnsanlar kendileri hakkında hiçbir zaman, yaşadığımız bu ruhbilim çağındaki kadar az bilgi sahibi olmadılar. İnsanlar olabileceklerinden başka her şey olmayı yeğliyorlar. Otomobille kendi ruh manzaraları boyunca gidiyorlar ve yalnızca benzin istasyonlarında mola verdiklerinden, bu istasyonlardan oluştuklarına inanıyorlar. Ne yeseler benzin kokuyor. Kapkara benzin birikintileriyle düşlere dalıyorlar.”

Sartre’a göre her şey hava ve su gibi çözümleniyor. İnsan ruhu psikolojik verilerin, toplum da bireylerin toplamı olarak açıklanıyor. Bütünler ortadan kalkıyor. Gerçek, ancak bütünü birbirinden ayıran parçalarında aranıyor ve bulunuyor. Oksijenin, hidrojenin, azotun değişmez özü gibi insanın da değişmez bir tabiatı ortaya çıkıyor. Çember nasıl çemberse, insan da öyle insan oluyor. 

Bu düşünceler, eylemler ve yaşam biçimi insanı mekanikleştiriyor. Onu parçalara ayırıyor ve çözümlüyor. Bu durumda insan yabancılaşmaya, belirsizliğe ve anlamsızlığa mahkum oluyor. 

Sartre “Bulantı”da Roquentin’in yaşadığı tiksintiyi ve anlamsızlığı atkestanesi üzerinden anlatıyor:   

            “Biraz önce parktaydım. At kestanesinin kökü, oturduğum sıranın tam altında toprağa gömülüyordu. Bunun bir kök olduğunu hatırlamıyordum artık. Sözcükler ortadan kaybolmuş ve onlarla birlikte, nesnelerin belirttiği anlam, kullanış biçimleri ve insanların üzerlerine çizmiş olduğu hafif işaretler de kaybolmuştu. Başım öne eğik, iki büklüm oturmuştum. İçime korku salan, bu kapkara, boğumlu ve yaban kitlenin karşısında yapayalnızdım… Atkestanesi gözlerime abanıyordu. Yeşil bir küf gövdesini yarı beline kadar sarıyordu, kararmış ve şişmiş kabuğu kaynamış deriyi andırıyordu. Var olunuyorsa, buraya kadar var olmak; küfe, şişkinliğe, müstehcenliğe kadar var olmak gerekiyordu… Var oluş uzaktan uzağa düşünülebilecek bir şey değildir. Sizi birden kaplaması, üzerinizde duraksaması, kıpırdamaz koca bir hayvan gibi yüreğinizin üstüne çökmesi gerekir. Ya da hiçbir şey yoktur artık” 

Cioran da “Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne” adlı kitabında bir kestaneyi şöyle betimler: 

“Geç bir vakit ağaçlarla çevrili o yolda geziniyordum, bir kestane düştü ayaklarıma. Çatlarken çıkardığı ses, bende uyandırdığı yankı ve bu küçücük olayla ölçülemeyecek ani bir heyecan beni kesin bir mucizenin sarhoşluğuna boğdu; sanki sorular yoktu, yanıtlardan başka hiçbir şey yoktu artık. Ne yapacağımı bilmediğim o beklenmedik apaçıklıktan sarhoş olmuştum… İşte böyle, en üst noktaya ulaşmama ramak vardı.”

Sartre’ın ve Cioran’ın kitaplarında ifade ettikleri şey rastlantıdır. Roquentin, dünyanın olumsal oluşundan, rastlantıdan tiksindiğini söyler. Onun aradığı şey, oluşta bir zorunluluk; yani insan aklının kavrayabileceği mantıklı bir süreçtir. Oysa yaşamın kendisi bir zorunluluk değildir. Yaşamın akışında bir zorunluluk yoktur.. Roquentin, gelip geçenin zaman değil, kendisi olduğunu anlar. Bir başlangıç ve de son yoktur. Olan şey bir sürükleniş, akıp gidiştir. Zorunluluk düşüncesi, kişinin toplumsallaşmasıyla oluşuyor. Kişi bir kamu varlığına dönüşürken, kendisini dönüştüren değerleri, gelenekleri, kuralları, ahlakı vb. sorgulamadan kabul ederse, başlangıçtaki saflığı ortadan kalkıyor.    

Roquentin, yabancılaşmış, kendisinden ve yaşamından tiksinti duyan bir insan. İnsan var oluşunu öyle uzaktan uzağa düşünemez. Birden ortaya çıkıyor ve sizi sarsıyor. Bu ortaya çıkış Roquentin’in atkestanesini görmesiyle oluyor. Roquentin uyanıyor, korkuyor ve sonunda bununla yüzleşerek kendini var ediyor. Kendi adımını, kendi atmayı öğreniyor. Kendi gerçekliğini kendisi kuruyor, özgürleşiyor, duvarlarını yıkıyor. Yalnızca düşünceleriyle değil eylemleriyle de kendini var etmeye çalışıyor. Hayatta her şey olabilir ve insanın başına her şey gelebilir. 

Gasset’in dediği gibi insan, özünde yalnızlık. Roquentin de at kestanesinde yalnızlığının bilincine varıyor. İnsanoğlunun kendini arayıp bulması, yalnızlığının bilincine varmasıyla gerçekleşiyor. İnsan yalnızlığında kendisiyle yüzleşiyor, kendini ve yaşamını, eylemlerini sorguluyor. Ve sonrasında kendi olmaya başlıyor. 

Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” romanında şunu söylüyor: 

“Önce kelime vardı, diye başlıyor Yohanna’ya göre incil. Kelimeden önce de yalnızlık vardı. Ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti.”

Evet yalnızız, Edip Cansever’in de dediği gibi “durmadan yalnızız.”   

Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık

Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine

Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi

Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız

Bir yankı: durmadan yalnızsınız

Durmadan yalnızsınız. 

Tragedyalar III, Edip Cansever