Hakan Yılmaz Ağustos Böcekleri başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

“Ağustos Böcekleri” Avusturyalı yazar Ingeborg Bachmann’ın, “Radyo Oyunları” kitabında yer alan bir oyun.

Oyun, Ahmet Cemal’in ifadesiyle, kurulu düzenin toplumundan kaçmak isteyen insanoğlunun, kendini en güçlü olarak duyumsadığı zaman parçalarında bile ne denli tutsak olabileceğini anlatıyor. Oyunun odak noktası ise, en köktenci olduğu sanılan kaçışların bile gerçekte ne denli yapay ve kısa vadeli olduğudur.

Oyun bir adada geçer. Bu ada fazla büyük değildir. Öğlenleri limana giren bir gemi, bir gün önce karadaki en büyük kente gitmiş olanları geri getirir. Adada gökyüzü hep aynı gökyüzüdür, deniz de hep aynı denizdir. Gemide bulunanların çoğu yabancıdır ve birbirlerine karşı içleri kuşku ile doludur. Bu nedenle kimse başkaları ile konuşmaz. Fakat bunun gelecekte değişeceğini düşünüyorlar. O zaman bütün adaya dağılmış olacaklar ve yeni bir yaşama başlamayı deneyeceklerdir. Adada yarın demek, ötekilerden farksız bir günün daha gelmesi demek. Heyecanlı ilk ağustos böceğinin çıkaracağı sesi bekliyorlar. Daha sonra binlerce başka ses bu sesin üstüne gelecektir. Ve sessizlik paramparça olacaktır.

Oyun bir adanın tasviri ile başlar. Adaya sürekli birileri geliyor. Fakat ada gelenler arttıkça daha bir sakinleşiyor, tenhalaşıyor. Adadakiler birbirlerine hep kuşku ile bakıyor ve birbirleriyle iletişim kurmuyorlar. Herkes bir yabancı gibi adada. Birbirlerinden kaçıyorlar. Ve adeta adaya tutsak olmuşlar. Her günleri de birbirinin aynı şekilde geçiyor. Ağustos böceklerinin seslerini bekliyorlar.

Ada, bugünkü dünyamızı anlatıyor. Birbirinden korkan, kaçan insanları. Her gün yenilenen mekanik ilişkileri ve günleri. İnsanın kendi sesinden gittikçe uzaklaşmasını. Hayatı sadece belli bir amaca indirgemesini. İnsan sesinin giderek ağustos böceklerinin sesine dönüşmesini.

Adadaki ağustosböcekleri yaşayan insanlar. Hiçbirinin kendi sesi çıkmıyor aslında. Bir gürültü, uğultu gibi sesleri. Herkes birden konuşmaya başlıyor, sesler yükseliyor fakat kimse kimseyi dinlemiyor ve anlamıyor. Sürünün içinde kaybolup gidiyor insanın kendi sesi, bir vızıltı ve uğultu halinde.   

Oyunun sonunda anlatıcı şunları söylüyor:

“Kurumuş gırtlaklardan bir çığlıktır yükseldi, bir müzik de diyebilirim buna, vahşi, coşku dolu bir şarkı, tepeden aşağı, yolun üzerinden denize doğru yuvarlandı. Olduğumuz yerde kalakaldık ve korkuyla birbirimize baktık. Çünkü ağustos böcekleri de bir zamanlar insandılar. Hep şarkı söyleyebilmek için yemeye, içmeye ve sevmeye son verdiler. Şarkılara kaçışları sırasında gittikçe daha kuruyup küçüldüler, şimdi özlemleriyle yitik, özlemleriyle büyülenmiş olarak şarkılar söyleyip duruyorlar- ama aynı zamanda da lanetlenmiş olarak, sesleri insan sesi olmaktan çıktığı için.”

Hakan Savaş’a göre (Sinema ve Varoluşçuluk kitabından) oyunda, insan hayatta sadece belli bir amaç peşinde koşarken kendi sesinden uzaklaşıyor. İnsan kendi sesinin ötesinde bir şeyler beklediğinden sesini yitiriyor ve insan olmaktan çıkıyor.

Ağustos böcekleri eskiden insandır. Zamanla hayatlarında sadece bir amaç edinirler; o da şarkı söylemektir. Bu amaç peşinde koşarken yemeyi, içmeyi ve sevmeyi yani yaşamayı unuturlar, bir kenara iterler. Bu yüzden daha da kuruyup küçülürler. Ve sonunda eskiye özlem duyarlar. Çünkü sesleri insan sesi olmaktan çıkmıştır. Sesleri sevgiyi söylemez olmuştur.