Hakan Yılmaz "Sus Barbatus" başlıklı yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

Çoğunun kanadı soğuktan dondu,

Daha gelmez bu diyara o kuşlar.

(Bir halk destanından)

Sus Barbatus, Faruk Duman’ın 3 ciltlik romanı.

Roman; Ç.’nin Köyleri, Ç. Gölü, Ç. Ormanları, A. Dağları, K. Köyü, H. Köyü’nde geçer ve Kenan ile karısı Zeynep’in Ç.’den gelişi ile başlar. Zeynep hamiledir. Zorlu doğa koşulları ve bu koşularda insanın hayatta kalma mücadelesi anlatılır.

Köyde kış ayları kar tarafından ele geçirilir. Ve insanlara da kışı kar altında, donmamaya çalışarak ayların geçip gitmesini beklemek kalır. Rüzgar sürekli kar eser ve her şeyi savurup durur. Ve kar, insanların yanaklarını kıpkırmızı alevlendirir. Her şey buza keser. Köyde, dağlarla, ormanlarla, ovayla ve evlerle birlikte zaman da donup kalmıştır. Çünkü kar ve don her şeyi hareketsiz kılar, uyuşturur.   

Kenan, bir yaban domuzunu (Sus Barbatus) avlamak için ormana gider. Yoksuldur ve yaban domuzunu avlamaktan başka bir çaresi de umudu da yoktur.

“Hiç kimsenin olmasa bile yoksulun umudu vardır. Belki de dünyada en çok yoksulun umudu vardır. O nedenledir ki yoksula kar hiçbir şey yapamaz. Hem de yapmak istese bile yapamaz, zira bir karla bir yoksul kardeştir. Birbirini güzelce anlarlar.”

Kenan, çok zor bir şekilde yaban domuzunu avlar, ormandan getirir ve evinin önünde toprağa gömerek saklar. Ancak günler sonra kasabaya satmaya götürebilir. Bu bağlamda yemek, yenilmek ve açlık romanın konusunu oluşturur. Romanda bu durum şu sözlerle ifade edilir:

“İnsanoğlu bu dünyada bunu öğrenmiştir işte; güçlü olmak için, güçlüyü yiyeceksin.”

“Sus Barbatus”, Ernest Hemingway’in “Yaşlı Adam ve Deniz” romanını akla getirir. Kenan’ın Sus Barbatus’u avlaması, yaşlı balıkçı Santiago’nun denizdeki 85. gününde Marlin (kılıç) balığını avlamasını çağrıştırır. Santiago gibi Kenan’ın da hayatta kalabilmek, karnını doyurabilmek için zorlu doğa ve iklim koşullarında avlanması gerekir.

Romanda doğa unsurları kişileştirilerek anlatılır. Aynı zamanda karakterler doğanın sesini kulak verirler. Bu bağlamda insanın doğa ile iç içe bir yaşamı vardır. Doğayı kendilerinden ayrı görmezler.   

Roman, 1979 yılında geçer. Türkiye’de 1980 İhtilali öncesi yaşanan olayları aktarır.

Romanda av sahnesinden, devleti temsil eden güçle (asker), yaşayan köylüler arasındaki ilişkiye, mücadeleye, çatışmaya geçilir. Jandarmalar, mağaralarda saklanan delikanlıları arar. Delikanlılar, mücadelenin kalbi dedikleri ormanlara yerleşirler. Devlet görevlileri gücü ellerinde bulundururlar ve sisteme karşı çıkan gençleri yakalamaya çalışırlar. Bu Kenan ile yaban domuzu anlatımında olduğu gibi bir yeme-yenilme, güçlü olma ve hayatta kalma mücadelesidir. İnsan, bu doğa ve iklim koşullarında hayatta kalmaya çalışır. Ve aynı zamanda insan, devletin hegemonyası ve şiddeti karşısında hayatta kalmak, var olmak, özgürce yaşamak için mücadele eder.   

Romanda Kadir Ağa, gençlere karşıdır ve komutan ile birlikte hareket eder. Bekir komutan, gençlerin peşindedir. Faruk yakalanır, çok hastadır fakat konuşturamazlar. Mustafa Bey, edebiyat öğretmenidir. Karısı Gülşen, oğulları Orhan ise Ankara’da üniversitede okur ve siyasal olaylardan dolayı tutuklanır. Aynur, Gülşen’in kardeşidir, yakalanır ve işkence görür. Murat, Mustafa öğretmenin öğrencisidir ve ormanda yaşar. Hüseyin Ağa ve karısı Hatice, Aynur’u evinde barındırıp yardım ederler.

Romanda, bazı hikayeler de anlatılır:

“Bal Ustası Ali Dede”

“Hazreti Yusuf”

“Avcı”

“Maymunlar Sultanı Okok”

“Başsız Adam.”

Ayrıca bazı romanlara ve hikayelere de vurgu yapılır:

“Yaban” Yakup Kadri Karaosmanoğlu

“Sefiller” Victor Hugo

“Oblomov” Ivan Gonçarov

“İnce Memed” Yaşar Kemal

“Yaşamak Hırsı” Jack London

Romanda, Türkiye’de aydın sorunu üzerinde de durulur. Bu konuda Mustafa öğretmen şöyle bir yorumda bulunur:

“Sefiller bir yanıyla aydının sonsuz sürgününü anlatır; gittiği hiçbir yerde rahat edemez, hukukun değil de devletin soluğunu sürekli ensesinde hisseder. O devlet de egemen sınıfın soluğudur zaten. Hukuk da onun hukukudur… “Sefiller” ile “Yaban” arasında bir yakınlık kuruyorum. Yaban, Anadolu’ya gittiği zaman orada hep ayrıksı durur. Oralı değildir, uzaktan gelmiştir, dolayısıyla yabancıdır ve ne tür bir hastalık taşıdığını bilemezsiniz.”

Romanın ikinci cildi de doğanın anlatımıyla başlar. Kıştan bahara geçilir. Örneğin, kışı kayalıklarda, oyuklarda geçirmiş kırmızı kartaldan söz edilir. Ceylanın korkusu anlatılır. Ceylanlar gülümseyen hayvanlardır. Onlarla birlikte güvercinler de gülümser ama ceylanın iyimserliği başkadır. Ceylanın adı Gökyüzü’dür. Buradan Civan Yusuf’un atına, ölümsüz ve kutsal kır atına geçilir. Köroğlu’nun atıdır bu, adı da Cennet’tir. Babası Aşık Kerem, ona Köroğlu’nun babasının adını vermiştir.

Civan Yusuf, ormanda Elif ile karşılaşır. Kızın babası Eyüp, “atı verin, kızı alın” der. Fakat bir sorun vardır, köyün şeyhi. Bir yanda Eyüp ile Elif köydeki şeyhle mücadele eder, diğer yanda ise köydeki gençler, asker ve Kadir Ağa ile çatışır.

Romanda bilgi ile yolculuk arasında bağ kurulur. Bilgi uzaktadır. Onu elde etmek isteyen için yolculuk şarttır. Seyahate çıkmadan bilgi edinilemez. Yer değiştirmeden bilgi harekete ve yolculuğa dayanmaz, o nedenle de gerçek değildir.

Özellikle Guy de Maupassant’ın “Horla” öyküsü üzerinde durulur. Horla yeni bir dünya olasılığıdır. Horla üstündeki giysiyi bırakır, ondan kurtulur, yükselir, yükseldiği zaman da o hep özlediği aradığı özgürlüğe kavuşur. Özgürlüğe kavuşulduğu gün yeni bir boyunduruk aranır. İnsan yeniliğe mecburdur fakat yenilik karşısında direnmeye de mecburdur. İnsanın kendisi kaostur, insanın içinde kurt vardır, hem besleyen hem çürüten bir kurttur bu.

Romanda doğa ile insanın ilişkisi su ve balık üzerinden anlatılır. Su neyse balık da odur. Suyun akması gibi balık da akar. İkisi bir bütündür. Balık suyun bir parçasıdır. İnsan da havanın, ormanın bir parçasıdır. İnsan bunları unuttuğunda, doğadan, doğasından uzaklaştığında psikolojik sorunlar ortaya çıkar. Örneğin, havanın içinde, toprağın hemen üstünde dalgalanan tüllenen hafif bir sis vardır. Köylüler buna havanın keyfi derler. Bahar ile birlikte hava, toprak ısınır ve insan da canlanır.

İnsanların sisteme karşı koyuşları konusunda Emile Zola’nın “Germinal” romanına atıfta bulunulur:

“Bu taptaze sabah vaktinde, güneşin yakıcı ışıkları altında, toprak işte bu uğultuya gebeydi. İnsanlar bitiyordu topraktan, karıkların arasında ağır ağır filizlenen, gelecek yüzyılın hasadı için boy atan ve yakında toprağı çatlatacak olan, intikamcı, kapkara bir ordu yetişiyordu.”

Baharın gelişi ile birlikte hem doğada hem de insanda bir uyanış gerçekleşir. Gökyüzünde parlayan nisan güneşi doğurmaya hazırlanan toprağı ısıtır. Toprak ananın besleyici sinesinden yaşam fışkırır, tomurcuklar patlayarak yeşil yapraklara dönüşür. Her yanda tohumlar şişer, yukarı doğru uzanır, sıcağa ve ışığa ulaşma için toprağı çatlatır. Toprağın çatlaması, anne karnının çatlamasına benzetilir. Bu doğum ve yenilenmedir.

Romanda mutluluk ise şöyle yorumlanır:

“Bunu biz her zaman çok uzaklarda ararız. Uzunca bir yolculuğa çıktığımızı. Bu yolculuğun bedenimize olduğu kadar ruhumuza da iyi geldiğini… Mutluluk. Buna ulaşmak için, öncelikle, yani şu somut dünyada, gözümüzün gördüğü yerleri bilmemiz gerekir ya, güya. Ama aslında insan bunun bir kaçma olduğunu bilir. Belki kendi kendine durup da bunu söyleyemez, öyle ya, sen şimdi kaçıyorsun, senin içinde bir kapı var, aradığın şey orada var ya da yok. Bunu öğrenmek istediğin için Buda’yı ziyarete gidiyorsun. Hayat ağacına tırmanmayı göze alıyorsun. Kişinin mutluluğu, yani ruhun mutluluğu ancak bir başkasıyla, başkalarıyla birlikte olanaklıdır.”

Romanın 3.cildinde ise mevsim yazdır. Romana Dede Sultan’ın hikayesi ile başlanır. Dede Sultan, bir derviş, meczuptur. Develer için eyer yapar. Devesi Davut ile bir pınarı arar ve sonunda bu pınarı bulur. Pınardan, boncuk toplar. Boncuklarla bir eyer yapar. Bu eyeri Antep’e gidip oradaki bir evliyaya verecektir.   

Mustafa öğretmenin eşi Gülşen halkevinde öğretmenlik yapmak için çalışır. Ferit, Halil, Murat, Orhan, Toprak, Çetin, Ece halk direnişi için mücadele ederler. Ormanda vurulan Halil’i, Hakim iyileştirir. Zeynep ilk bebeğini düşürmüştür, ikincisine hamiledir. Elif ile Civan Yusuf ise köyden kaçarak Mustafa öğretmene sığınırlar. Yaşamın kokusu, hayatta kalmanın, özgürlüğün, canlı olmanın kokusudur.

“Sus Barbatus” romanı, 1979 yılı kışında başlar ve 1980 yılı sonbaharında biter. Romanda 1980’deki darbe öncesi Türkiye gerçeği, ülkede yaşanan siyasal ve toplumsal olaylar anlatılır.

1.ciltte Kenan ve Zeynep’in hikayesi, 2. ciltte Yusuf ile Elif’in hikayesi, 3. Ciltte ise Dede Sultan'ın hikayesi ön plana çıkar.

Faruk Duman’ın anlatımında doğa ve insanın yaşamı arasındaki bağ önemli bir yer tutar. Duman, insanın doğa ile ilişkisini hem gerçekçi hem de masalsı, düşsel, şiirsel bir dille anlatır. Zaman zaman farklı eserlere ve hikayelere de başvurur.

Tüm koşulların ortasında Mustafa öğretmen ve köyün gençleri daha iyi bir gelecek için mücadele ederler. Baharda doğa gibi onlar da uyanır, canlanır ve harekete geçerler. Umutlarını hiçbir zaman kaybetmezler. Çünkü insan olan ışıksız ve ateşsiz yani umut olmadan yapamaz, yaşayamaz.

Kışın sonu bahardır.

İnsan başkasının sıcaklığını arar,

bilir ki başkaları da ondaki sıcaklığı arıyordur.