Hakan Yılmaz Acelecilik Çağı başlıklı yazı kaleme aldı...

“Acelecilik çağı” ifadesi, Byung-Chul Han’ın, “Zamanın Kokusu” kitabında geçer. Chul Han kitabında, günümüzde yaşanan zaman krizinden, diskroniden (zaman algısının bozulmasından) söz eder. Zamanda düzenleyici bir ritmin eksikliği görülür. Bu yüzden de zamanın ölçüsünün kaçması söz konusudur. Zamansal bozulma, zamanın sürekli dönüp durmasına yol açar. Amaçsızca dönüp duran bu zaman, hayatın hızlandığı hissini de beraberinde getirir.  

Zamansal dağılma nedeniyle, süremin deneyimlenmesi de imkansızlaşır. Hiçbir şey zamanı tutamaz bir hale gelir. Zaman giderek atomlaşır, bu duruma atomlaşmış kimlikler eşlik eder. Atomlaşmış zamanda, zaman parçaları, zamanın bütün noktaları birbirinin aynısına dönüşür. Giderek artan süreksizlik, zamanın atomlaşması, insanda süreklilik deneyimini zayıflatır. 

Chul Han’a göre günümüzün zaman krizinin önemli nedenlerinden biri, vita activa’nın, aktif ve eylemlilik yaşamının mutlaklaştırılmasıdır. Bu mutlaklaştırma, insanı adeta bir çalışan hayvana (animal laborans) dönüştürür ve bir çalışma buyruğuna yol açar. Gündelik hayattaki bu aşırı hareketlilik (hiperkinezi) durumu, insan yaşamındaki tefekkür unsurunu, durma ve düşünme becerisini ise ortadan kaldırır. Bu durum dünyanın ve zamanın kaybına yol açar. Chul Han’a göre buna karşı, vita contemplativa’nın (düşünsel yaşamın) canlandırılması gerekir.  

Günümüzde sürekli olarak bir şimdiden diğerine aceleyle geçilir. Bugün yaşamı niteleyen telaşın ve huzursuzluğun esas kaynağı, yaşamın anlamlı bir sona ulaşma imkanından mahrum bırakılmasıdır. Sürekli yeniden başlanır, yaşam imkanları arasında gezinti yapılır, çünkü kimsenin tek bir imkanı sonlandırma kabiliyeti artık yoktur. Hızlanma, yaşamı bir olasılıktan diğerine dolandırır durur. Bu da asabi bir huzursuzluğa ve kaygıya yol açar.  

Zamanda hızlılığın, sürekli değişimin, aşırı hareketliliğin ortaya çıkması ile insan yaşlanmadan yaş alır. Nihayetinde uygunsuz bir zamanda yok olup gider. Bu yüzden ölmek hiç olmadığı kadar zordur bugün. Ölmek, hayatın uygun bir şekilde sonlanmasıdır. Bir ömrün bitme biçimidir. Yaşam anlamlı bir bitmişliğin her tür formundan yoksun bırakıldığında, uygunsuz zamanda sonlanır. Daimi bir tamamlanmamışlığa ve yeni başlangıçlara boyun eğilen bir dünyada yaşam, bir bütünlüğe erişemez. 

Modern teknoloji insanı yeryüzünden uzaklaştırır, yeryüzüne yabancılaştırır ve yeryüzünden yoksun bırakır. Jean Baudrillard bu duruma “kaçış hızı” der. Chul Han’a göre, hızlanmanın akımına kapılan şeyler onlara anlam veren referans alanından çıkar; fragmanlara, anlamı boşaltılmış bir uzamda dolanıp duran yalıtılmış gerçeklik parçacıklarına dönüşürler. Ve olaylar kalıcı izler bırakmadan, birer deneyime dönüşmeden hızla birbirini takip eder. Şeylerle sadece geçici bir temas kurulur. Hiçbir şeyin ağırlığı kalmaz. Neyin önemli olduğuna da karar verilemez. Bu durumda ise her şey önemini kaybeder. Her şey yarım kalır ve bir tamamlanmamışlık ortaya çıkar. 

Hızlanma dünyanın anlam açısından kısırlaşmasına da yol açar. Bugünün dünyası anlatıdan yoksun kalır. Dünya anlamdan uzaklaşır. Zaman ve mekan artık çok da anlamlı değildir. İnternet ile birlikte bir şeye hemen erişim tutkuya dönüşür. Tekonolojik-dijital ürünler kısalan aralıklara tabi olur. Ürünler çok hızlı bir şekilde eskir. Yenilik zorlaması ürünlerin yaşam döngüsünü kısaltır. Bu durumda sadece yeni versiyonlar ve çeşitlemeler söz konusu olur.  

Telaş, aşırı heyecan, sinirlilik ve dağınık bir kaygı duygusu bugünün hayatını belirleyen unsurlardır. İnsan, bir olaydan diğerine, bir enformasyondan diğerine, bir imgeden diğerine hızla ilerler. Bu nedenle de hayat amaçsızca dönüp durur. Oysaki hayatı daha doyurucu hale getiren şey, olayların toplam miktarı değil, sürem deneyimidir. Niceliksel olan değil, niteliksel olandır. Bugün yavaş hiçbir şeyi içermeyen hayat, kısa bir hayata dönüşür. 

Nietzsche, “Zerdüşt Böyle Söyledi” kitabında, “hiç zamanında yaşamamış birisi, nasıl zamanında ölsün ki?” diye sorar. Bu soruya en güzel cevabı Rainer Maria Rilke, “Dua Saatleri Kitabı”nda verir:

AH Tanrı'm, herkese kendi ölümünü ver.

Ölmek, sonu olsun ki öyle bir hayatın,

içinde sevgi olan anlam ve keder. 

Chul Han’a göre, Marcel Proust’un anlatısında kullandığı zaman tekniği, sanatın da kısa ömürlü olduğu, aceleci bir çağa karşı bir tepki olarak yorumlanabilir. Proust için aceleci çağ, uzun uzun seyre dalma zevkini öldürür. İmgelerin hızlanması gerçekliği de çökertir. Proust, aceleci çağa karşı, zamanın tekrar sürem kazanmasını, zamanın kokusunu duymayı amaçlar. Kayıp zamanı arar. Bu çağda benlik, anlık görüntülerden oluşan bir diziye çözülür. Kalıcılığını ve sürekliliğini kaybeder. 

Proust’un “Kayıp Zamanın İzinde” romanında, çözülme tehdidi altındaki benliği sağlamlaştırmaya çalışır. Romandaki asıl deneyim, çaya ya da ıhlamura bandırılmış madlenlerin tadıdır, kokusudur. Marcel yoğun bir mutluluk yaşar ve benliğini değerli bir özle doldurur. Tat ve koku, çoktan kaybedildiğine inanılan çocukluk evrenini diriltir. 

Koku ağırkanlıdır. Bu haliyle medya açısından acelecilik çağına uygun değildir. Kokular imgeler gibi hızla art arda dizilemez. Hızlandırılamaz. Acelecilik çağı, büyük ölçüde görsel bir zamandır. Dünyayı ekranlarda art arda dizilmiş şeylere doğru hızlandırır. Acelecilik çağı, kokusu olmayan bir çağdır. 

Sinemada ise Andrey Tarkovski zamanın kokusunu duyar ve aktarır. Yönetmen, “Mühürlenmiş Zaman” kitabında zamanı, insanı besleyen bir atmosfer olarak ifade eder. Semender ateşte nasıl evindeyse, zaman da insanın ruhundadır, ona can veren öğedir. Ona göre geçmiş, bir anlamda, içinde yaşanan zamandan çok daha gerçektir. Şimdiki zaman akıp gider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum gibi kayar. İnsan açısından zaman, arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olmaz. İnsan sinema ile zamanı dondurma ve istediği sıklıkta yeniden yansıtma ve geri dönme imkanına kavuşur. Yönetmen Ahmet Uluçay da “Küller ve Kemikler” kitabında, tüm yitiklerimizin öykülerde yaşayabildiğini söyler ve şunları ekler: 

“İstediğimiz an dönebiliriz o köylere, o insanlara… İstediğimiz an… İyi ki böyle bir tesellimiz var… Sinema biraz da bu değil mi zaten? Parmaklarımızın arasından su gibi dökülüp giden zamana karşı cılız da olsa bir direnme? Ölüme karşı aczimizden doğan bir karşı koyuş?” 

Chul Han’a göre, bir şeyin güzelliği sonrasında, bir başka şeyin ışığında, anımsamanın anlamlılığında görünür.  Güzellik bir süreme, derin düşünmeye bağlıdır. Güzel olan, anlık görkem veya cazibe değil, şeylerin son parıltısıdır, ışıldamasıdır. Şeyler güzelliklerini, derin düşünen bir bulunma karşısında açığa çıkarırlar.  

Chul Han şu soruları sorar:

Neden hiç zamanımız yok? 

Ne açıdan zaman kaybetmek istemiyoruz? 

Bu soruya en güzel yanıtı, Behçet Necatigil “Sevgilerde” şiirinde verir.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz

çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek

Yılların telaşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklınıza gelmezdi

Yıllar, telaşlarımızda, koşturmalarımızda, hırslarımızın peşinde hızla geçip gider. Ve biz bu hızın içinde sürüklenip dururuz.     

Chul Han’a göre, günümüzde insanlar, epeydir kölesi olduğu gündelik meşguliyetleri için zamana ihtiyaç duyar. Hiç zamanımız yoktur, çok yoğunuzdur, oradan oraya koşturup dururuz. Fakat hiç zamanı olmamak, büyük bir kendini kaybetmişliktir. Şeyler arasında bir şey olmaktır. Martin Heidegger’e göre esas var oluş yavaştır. Telaşla bir şimdiden diğerine savrulmak, gündelik hayatın koşuşturmaları arasında dağılıp gitmek değildir. Bu bir kendini kaybediş, dağılmışlık, parçalanmışlıktır. Acelecilik çağı, dağılmışlık çağıdır. 

Heidegger mevsimlerin sessiz ahengini, yenilenen yankısını dile getirir. Ona göre dünya; yeryüzüyle gökyüzünün, Tanrılarla ölümlülerin halka dansıdır. Halka dansı da bir zaman formülüdür, kendi içinde ebediyen dönüp durmadır. Her şey dünyanın halkasında, basitliğin parıltısında bir araya toplanır. Yıldızların parlaklığı, yılın mevsimleri, günün aydınlığı ve karaması, gecenin karanlığı ve aydınlanması, havanın yumuşaklığı ve sertliği bulutların sürüklenmesi ve göğün derin mavisidir. Heidegger buna sadeliklerin görkemi der. 

Yaşam sürecindeki genel hızlanma, insanın derin düşünme yetisini elinden alır. Basit olan şey, duran ve yüce olan şeylerin sırrını muhafaza eder. Hep aynı olanın gösterişsizliğinde kendi lütfu saklıdır… Acele ve hızlanma çağı, varlığın unutulmuşluğunun çağıdır.

Tanrı’nın sesi, neredeyse Tanrı’nın sesiyle bir tutulan bugünün aygıtlarının gürültüsünde boğulur. Oysaki Tanrı, teknik aygıtlar kapatıldığında ortaya çıkan sessizliği arar. 

Aristo’ya göre, mutluluğun en yüce biçimi, derin düşünceyle güzel şeylerde bulunmaktan kaynaklanır. Kendi içinde sükut eden şeylere döner… Aquinolu Tommasso’ya göre ise yaşam bütün derin düşünme anlarından mahrum kaldığında yoksullaşarak salt bir işe dönüşür.

 Günümüzde çalışma öyle mutlaklaştırılır ki, çalışma saatleri dışında kalan tek zaman öldürülecek zaman haline gelir. 

Eylemsiz bir derin düşünce yaşamı kördür, 

derin düşüncesiz bir aktif yaşam ise boştur. 

Budur Benim Çabam

Budur benim çabam, bu:

adanmak özlem çekerek

dolaşmaya günler boyu.

Güçlenip genişlemek, derken

binlerce kök salarak

kavramak hayatı derinden -

ve ortasından geçerek acının

olgunlaşmak hayatın ta ötesinde

ta ötesinde zamanın!...

Rainer Maria Rilke