Hakan Yılmaz, "Unutuşun Kolay Ülkesi" başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

Onat Kutlar’ın, “Turgut”a adlı şiirinden;

Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin

unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz

ölü balıklar geçiyor kırışık bir deniz sofrasından

ve ellerinde fenerlerle benim arkadaşlarım

durmadan düşünüyorum

ne kadar çok öldük yaşamak için.

“Unutuşun kolay ülkesindeyiz” diyor Onat Kutlar. Unutmak da unutmamak da insana dair. Fakat biz çabuk unutanlardanız. İnsanlığımız tükeniyor unuttuklarımızla. Oysa hem bireysel hem de toplumsal yaşamımız nelerin unutulup, nelerin unutulmadığında ortaya çıkıyor.  

Hayat mücadelesi, koşuşturmacası içinde çırpınıp duruyoruz. Sağımızı, solumuzu, önümüzü, ardımızı gördüğümüz yok. Her şey gelip geçiyor, geçip geliyor. Daha çok hız var yaşamlarımızda. Hızlandıkça her şey silikleşiyor, unutulup gidiyor. Hayatın hızına kapılıp gidiyoruz umarsızca. Telaşlarımızda, koşturmalarımızda yaşamayı unutuyoruz. Geride bıraktıklarımızı da, anılarımızı da. Unutmak, uyum sağlamak, sadece hayatta kalmanın derdi, çabası oldu. Bir üçüncü sayfa haberi gibi yaşamlarımız. Bakıp geçilen, şöyle bir göz gezdirilen, kıyıda köşede kalan, unutulan, unutturulan. 

Gökçer Tahincioğlu’nun, “Kiraz Ağacı”, romanında Hivda şunları söylüyor: “Hatırlamak kendin olabilmek demek. Herkes eksik parçasını arıyor, öyle değil mi? Yaralandığı yerden yaşamını yeniden kuruyor. Unutmak için bunca çaba niye ki, zaten bu kadar az hatırlayabiliyorken.  Hatırlamak gerekiyor. Yoksa her şey birbirine benzer. Dünya zaten bir benzerlikten ibaret.” 

Dünya bu hengame zamanın içinde, koşuşturmaların ve savruluşların ortasında bir benzerlikten ibaret. Herkes ve her şey birbirinin aynısı ve tekrarı gibi. Seri üretimin modelleriyiz. Nesneleşen kimliklerimiz, hazır belleklerimiz. Zygmunt Bauman’ın, “Bireyselleşmiş Toplum” kitabında söylediği gibi; dünya atılabilir, tek kullanımlık nesnelerle dolu bir konteyner. 

Bu hengamenin ortasında durup, hatırlamak, en çok da insanı, kendimizi hatırlamak. Nerde kaybettiğimizi bilediğimiz insanı. Hatırlamak bizi, bize götüren yol. Cesare Pavese’nin, “Yaşama Uğraşı”nda dediği gibi; “yaşam kendini arayış, içimizdeki duyguya dönüş. Kendi içimize, derine inmek ve kim olduğumuzu bulup çıkarmak. İnsan olduğumuzu hatırlayabilmek.” Oysa bizler çok çabuk sıkılıyoruz, bıkıyoruz ve usanıyoruz. Bu hayata uyum sağlamanın koşulu ise unutmak, daha hızlı unutmak, hep unutmak. Yaşanan olayları, ölenleri, ölümleri çok çabuk unutuveriyoruz. Zaten en hızlı da bizim ülkemizde gömülüyor insanlar. En hızlı cenaze törenleri bizim ülkemizde yapılıyor. Hasan Ali Toptaş’ın, “Uykuların Doğusu” romanında dediği gibi, ölüm müstehcen bir şeymiş de çabucak ortadan kaldırmaları gerekiyormuş gibi birbendire telaşlanıyor insanlar. Ve yaşam son sürat devam ediyor. Cenazeden hemencecik dağılıveriyor insanlar oradan oraya. Ölüm bir reklam arası sanki. Film yeniden başlıyor sonra. Çabucak unutuluveriyor ölümler. Yaşam kaldığı yerden son sürat devam ediyor.   

Ölüm ne kadar sıradanlaşırsa, yaşam da o kadar anlamını kaybediyor. Bir hatıranın izi bile kalmıyor. Yıkıp yok ediyoruz. Bu hem kişisel hem de toplumsal bir bellek kaybını doğuruyor. İşimize geleni hatırlıyoruz ya da unutuyoruz. İşimize gelen de unutma çabamız, unutma isteğimiz. Evet hayat devem ediyor fakat hatıralarımızla, geçmişimizle, insanlığımızla devam ediyor. 

Hatıralarsa, çocukluğumuza, en çok da çocukluğumuzu özlemeye dair. Çocukluğumuz, masumiyetimiz.   

Sezen Aksu’nun “Masum Değiliz” şarkısında dediği gibi; 

İçindeki çocuğa sarıl, 

Sana insanı anlatır…

İçindeki çocuğa dokun, ona sarıl, o sana gülüşü de yaşamı da hatırlatıyor. 

Ahmet Uluçay, “Küller ve Kemikler” kitabında, “çocukça saflık, çocukça duyarlık, insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu, ne yazık ki yitirdiği şey” diyor. Dücane Cündioğlu da, “Sinema Ve Felsefe” kitabında bir anıyı anlatıyor: Çıplak olarak ölü bulunduğunda Romy Schneider’ın avucunda sıkışmış bir kağıt parçasından babası Wolf Albach-Retty’nin bir zamanlar kendisine yazıp bir yaş gününde hediye ettiği şu sözler okunuyordu: Steck deine Kindheit in die Tasche und renne davon, denn das İst alles, was du hast! Kısaca anlamı şu: “Çocukluğunu cebine sıkıştırıp kaç buralardan, çünkü sadece senin olan tek şeydir o.”

Bizim olan tek şey çocukluğumuz, çocukluk düşlerimiz ve anılarımız. Unutuşun kolay ülkesinde çocuk kalabilmek ne mümkün. Çocukluğu hatırlayabilmek. Bunca yıkımın ve ölümün ortasında her şey unutulmaya mahkum. Kimliksiz ve belleksiz bir yaşamın izdüşümü. 

Belirsiz, silik, renksiz gölgeler misali… 

Unutuşun kolay ülkesinde, insanı her daim hatırlamaya ve insan sıcaklığında anılar biriktirmeye…