Gazeteci Nail Azbay, "Hatay’da gördüklerim, yaşadıklarım ve hissettiklerim" başlıklı bir yazı kaleme aldı. İşte o yazı...

Türkiye bir kez daha deprem gerçeği ile en acı haliyle tanıştı. 

Kahramanmaraş merkezli deprem 10 ilimizde etkili oldu.

Afyonkarahisar’dan bizlerde depremin vurduğu bölgeleri görmek, burada olan biteni olduğu gibi aktarmak için Çağrı Selek ve Egemen Toprak Çiçek ile yola çıktık. 

İlk durağımız Hatay’ın İskenderun ilçesi oldu.

Kente girer girmez limanda konteynırlardan yükselen alevler ve dumanlar bizleri karşıladı. 

Alevler geceyi aydınlatıyor, gökyüzüne yükselen kara duman gecenin üzerine bir karabasan gibi çöküyordu. 

Biraz ilerledik, İskenderun’un sokaklarına doğru yol aldık. 

Üzeri kapalı olan bir pazar yerinden yükselen dumanları fark ettik, aracımızı park edip buraya doğru ilerledik. 

Pazar yerine geldiğimizde şöyle başımı duvardan kaldırım alana doğru göz attığım anda irkildim.

Kimisi beton zemin üzerine serdikleri battaniyeler üzerinde ailecek uyumaya çalışıyor…

Kimisi  “ne olacak böyle” dercesine yüz hatları gergin bir biçimde yanı başındaki teneke içinde yanan ateşle ısınmaya gayret ediyor.

Az ötede kundakta bir bebe, ağlıyor… Onun küçük bedeninden çıkan bu ses pazar yerinin duvarlarına çarpıp ruhumun derinlerinde yol alıp beni yere seriyor… 

Az ötede Afyonlu esnafların kurduğu bir aşevi… Günde 3 öğün bu çaresiz insanların yemeklerini üstlenmişler.

Ayak üstü havadisleri dinlerken yanı başımıza bir kamyon yanaşıyor…

Herkes sıraya geçiyor… Bir köy ağası edasında olan orta yaşlı ve göbekli bir adam insanlara bağırıyor, “sıraya geçin, sizin için geldik, herkese yetecek kadar var”…

Eline kumanyasını alan gözlerindeki mahcubiyetle ailesinin yanına doğru yol alıyor. 

Az öteye bir kamyon daha yaklaşıyor, burada insanlar sıraya geçmek yerine ellerini kaldırarak aracın etrafını sarıyor… 

Araçtan insanların üzerine çocuk bezi fırlatıyor birisi… 

Bu manzara birkaç dakika sürdükten sonra kamyon hızla oradan uzaklaşıyor…

Uzaklaşırken kamyonun üzerinde sırıtan bir genç kalabalığın hemen önüne bir çocuk bezi daha fırlatıyor. Hızlı olan çocuk bezini kazanıyor!

Pazar yerinden çıkıyoruz, karanlık sokaklara doğru adım atıyoruz. 

Etrafımızdaki tüm binalar ya yan yatmış ya da göçmüş durumda…

Biraz ara sokaklara adım atıyoruz… Sanki bir zombi filmi sahnesi gibi tüm evler terk edilmiş, binalar eğilmiş, bükülmüş… Sokaklar zifiri karanlığın koynundaki sessizliğe gömülmüş… Hayatta kalanlar evlerinin hemen önünde bir ateş yakmış oturuyor. 

Evin babası yanan ateşin yanı başında düşünceli ve dalgın bir vaziyette tütün içiyor… Evin çocukları ise kaldırım taşı üzerindeki etrafı battaniyelerle çevrilmiş yeni döşeklerinde başlarına kadar çektikleri yorganla, “ne olur uyandığımda bu kabus sona ersin” dercesine derin bir uykuya dalmaya  çalışıyor. 

Bu manzaranın hemen karşısında 5 katlı iki bloğun enkazı…

Ekipler canlı cansız insanların bedenlerine uğraşmak için uğraşıyor…

O esnada birisi yanımıza yaklaşıyor ve şöyle diyor: “Abi sesimizi duyurun, buraya gelen giden yok, kendi imkanlarımızla bu iş makinelerini tuttuk, 20 kişiyi bu binadan çıkardık, ama burası 2 bloklu bir yer. Onlarca kişi daha bu enkazın altında. İskenderun’un sesini duyurun ne olur!”…

İç çekerek terk edilmiş sokaklardan geçiyoruz.

Saat sabaha karşı 3’e yaklaşmış, aracımıza biniyor ve alevlerin yükseldiği İskenderun Limanı’nın karşısına demir atıyoruz. 

Geceyi burada sabah ediyoruz.

İRKİLMEYE BAŞLIYORUZ

Sabah erken saatlerde gözümüzü açıyor zeytin, peynir ve ekmekle hızlı bir şekilde limandaki alevlerle karşı bir şeyler atıştırıyoruz. 

Daha sonra doğru yola çıkıp Hatay merkeze yani Antakya’ya doğru yol alıyoruz. 

Hatay’ın girişinde sağlı sollu binaların göçtüğünü gördükçe irkilmeye başlıyoruz.

Biraz ilerliyoruz, alt geçitte yolun çöktüğünü, lastiği parçalanan birkaç aracın alt geçidin tam ortasında terk edildiğine şahit oluyor hayretimiz artmaya devam ediyor. 

Hatay’ın merkezine girmek istiyoruz, ama trafik kilitleniyor. Sanki burada bir mahşer yerinin provası yapılıyor… Kimisi Hatay’ın kapısına dayanmış, sevdiklerine yetişmeye çalışıyor, kimisi de felaketten bir an önce kaçmaya çalışıyor… 

EN SARSICI AN…

Ara sokaklardan Hatay’ın içine kadar ilerliyoruz. 

Her ilerleyişimizde meslek hayatımın en sarsıcı manzarası ile karşılaşıyorum.

Bir bina yolun ortasına yığılmış, yanındaki bina düştü düşecek…

Onun yanındaki bina sağa yatmış, her an kendini bırakabilir…

Onun hemen yanındaki binanın ise duvarı göçmüş…

Bütün bunların tam karşısındaki bina ise kat kat bir pastayı andırırcasına olduğu yere kendisi bırakmış.

Başımı nereye çevirsem aynı manzara…

Kapısından içeri girip misafir olacak tek bir hane göremiyorum.

Marketlerin camları kırılmış, içerde ne var ne yok boşaltılmış…

Akaryakıt istasyonları terk edilmiş, araçlar enkaz altında kalmış, kimisinin içindeki mazotu çekilmiş…

İnsanlar tuvaletlerini ağaçların yanı başına bırakmış. 

Evlerin odaları caddelere saçılmış…

Hayaller, umutlar, evlatlar, kadınlar, kızlar ve genç delikanlılar enkazın altında kalmış…

Sanki Hatay’ın güneşi batmış… 

İNSANLARIN SÖYLEDİKLERİ

O esnada 3 gündür kaldığı apartmandan çıkmaya çalışırken kolonla zemin arasına sıkışıp kalan orta yaşlı bir adamın tükenmiş, takati kalmamış vaziyetiyle karşılaşıyoruz. Başında kurtarma ekipleri o yeniden hayata tutunsun diye yoğun çaba sarf ediyor. 

Tam bu esnada genç bir adam yaklaşıyor yanımıza… 

Özenle yazılmış bir kitabın cümlelerini okurcasına başlıyor anlatmaya…

Her kelimesi sanki kafamıza çakılan bir çivi…

“Abi, insan kendi doğduğu büyüdüğü mahallesinde kaybolur mu? Kayboldum abi. Depremden sonra kendi sokağımı tanıyamadım abi”

Tam o esnada yanımıza gözü yaşlı, hafif toplu, sakallarına beyaz düşmüş bir adam yaklaşıyor. 

Anlatmaya başlıyor: “Kız kardeşim enkazın altında kaldı. Yalova’dan çıkıp geldim. 10 saatlik yoldan geldiğimde kendisi yaşıyordu. Akşam kendisi ile konuştuk. Üşümüştü, yanaklarımı yanaklarına götürdüm ısınsın diye… Ellerimle, tırnaklarımla enkazı açtım, ayağının üzerine kolon düşmüştü. Çıkaramadık, kimse gelmedi. Bacağını keselim dedik, kesecek bir alet bulamadık. Kız kardeşim, sabah olduğunda donarak can vermişti!”

Dedem yaşında biri geliyor yanıma…

Şunu deyip gidiyor: “Evlerimiz, analarımız, bacılarımız gitti!”

Antakya’nın sokaklarında yürüyoruz. 

Üzeri battaniye ile örtülü 2 cansız beden karşımıza çıkıyor.

Hemen yanlarında onları yalnız bırak(a)mayan ve kim olduğunu bilemediğim, kimsin diye soramadığım bir adam nöbet tutuyor…

Dönüp bize bakmayacak kadar bir hayli düşünceli…

Hemen bir arka caddeden ise ağıtlar yükseliyor. 

Oraya koşuyoruz, 30’lu yaşlarında olduğu anlaşılan, gözüyle kaşı arasında şişlik olan genç bir kadın…

Görünüşe bakılırsa bir hayli güçsüz ve takatsiz durumda. 

Koluna giren orta yaşlı bir adam olmasa yere yığılacak.

Birazdan bir battaniye içinde nefes almayan bir beden getirilip önüne seriliyor.

Bu gelen bir gün önce aynı yastığa baş koyduğu eşi…

Artık aynı alemde değiller!

ÇARESİZLİK VE TERMAL KAMERA…

Yürümeye devam ediyoruz.

Hayatta kalma şansına erişenler yanlarına alabildikleri birkaç eşya ile doğdukları, büyüdükleri şehre veda etmeye çalışıyor. Sırtlandıkları çuvalın içine anılarını, hikayelerini doldurup Hatay’dan Antakya’dan bilmedikleri bir diyara göç etmeye hazırlanıyorlar…

Az ötende genç bir kız annesiyle babasının yaşadığı evin önünde çaresizce bekliyor.

Az ötede bir çocuk karşısındaki enkaza aldırmadan parkın içindeki kaydıraktan kaymaya çalışıyor. 

Elimizdeki fotoğraf makinesini termal kamera sananlar yanımıza yaklaşıyor, “Abi elinizdeki kamera ile bizim eve bir bakar mısınız, eşim içerde” diyor…

Hayatımda ilk kez adım attığım Hatay’dan Antakya’dan ayrılırken bende ruhumun derinliklerinde caddeye yapışan, enkaza dönmüş, sıvası harcı dökülmüş göçük bir binaya dönüyorum…

Bir gün içinde gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatacak söz, ifade edecek cümle bulamıyorum.

O yüzden benden bu kadar…