Sonsuzluk ve Bir Gün (Eternity and a Day), Theo Angelopoulos filmi. 

Ölümcül hastalığa yakalanmış olan bir yazarın, hastaneye yatmadan önceki son günü…

Ertelenmiş ya da kaçırılmış sevgiler, yarım kalmış tasarılar, düşler, anılar… 

Kaygılar, kaygılar, kaygılar… 

Zaman; geçmiş, şimdi ve gelecek… 

Zamanlar karışır, birbirinin içinde erir gider…

Filmin adı, Shakespeare’in bir oyunundan geliyor: 

“Beni ne kadar seveceksin?” diye sorar oyunda Rosalind, Orlando’ya… 

O da karşılık verir: “Sonsuzluk ve Bir gün!” kadar…

Alexander, yaşamı tanımlamak, açıklamak için o kadar zaman harcamıştır ki, kendisi yaşayamamıştır. 

Dostoyevski, “Yaşamın anlamını, yaşamın kendisinden daha çok sevmek günahtır” diyor. 

Alexander, yolda mülteci bir çocukla tanışır. Çocuğa olan yakınlığı ona yaşamda sevgiyi hatırlatır. Yaşamın içine çekilir, o çocuğa dokunur, onu hisseder. Kendi dünyasından çıkıp başka bir yaşamın içine giriverir. Çocuğun yaşadığı hüzün, yalnızlık onu çarpar. Onunla sokaklarda gezer. Kelime satın alır çocuktan, aralarında güzel bir oyun olur. Sevgiyi bulurlar birbirlerinin yüzünde, kalbinde.

Alexander, hasta annesini ziyaret eder. Filmin can alıcı sorusu burada karşımıza çıkar.

Alexander: “Bunca zaman seni görmeye gelmediğim için beni affet. Biliyorsun, çeşitli nedenler işte olmadı. Anne sana veda etmeye geldim. Ben gidiyorum… Neden anne? Neden hiçbir şey beklediğimiz gibi olmuyor. Neden? Neden çaresizce çürümek zorundayız, acı ve arzularla ikiye bölünerek? Neden hayatımı sürgün geçirdim? 

Söylesene anne, neden sevmeyi bilmiyoruz?

Evet, can alıcı soru; neden sevmeyi bilmiyoruz? Hayatın koşuşturmacası içinde boğulup gidiyoruz. Duygularımızı erteliyoruz. Yaşamın hızı ve kaygılarımız yakamızı bırakmıyor. Zaman bulamıyoruz. Her yere, her şeye yetişmeye çalışıyoruz. Ah o hırslarımız…

Sorunun cevabı çok sevdiğim bir şiirde, Behçet Necatigil’in “Sevgilerde” şirinde saklıymış.

Siz geniş zamanlar umuyordunuz

çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek 

Yılların telaşlarda bu kadar çabuk

Geçeceği aklınıza gelmezdi…

Oğuz Atay, Tutunamayanlar’da şöyle diyor: Büyük ve güzel şeylerin dışarı çıkmasına izin vermiyor, korkuyoruz. Düşünmekten ve sevmekten korkuyoruz. İnsan olmaktan korkuyoruz. İnsana benzetirsek, onlara acımaktan korkuyoruz. İşin içine bir kere acıma girerse, ondan bir daha kurtulamamaktan korkuyoruz.

Goethe’nin çağdaşlarından William Blake’e ait bir dörtlük: 

Görmek bir dünyayı bir kum taneciğinde, 

Ve bir cenneti yabanıl bir çiçekte, 

Sığdırıver o halde avucunun içine sınırsızlığı, 

Ve dahi bir tek anın içine sonsuzluğu…

Gülten Akın: “Ah, kimselerin vakti yok, durup ince şeyleri anlamaya”  diyor.

Geniş zamanlarımız yok. Hatta koşturmalarımız içinde zamanımız bile yok artık. Telaşlarımız var. Yetişme kaygılarımız. Hız, hızlandıkça duramıyoruz, duramadıkça da bakıp göremiyoruz, dokunup hissedemiyoruz insanın sıcaklığını. Doğayı, dünyamızı. Sonra sevmekten korkuyoruz. Duygularımızdan. Zihnimiz, aklımız o kadar konuşuyor ki kalbimizin sesini duyamıyoruz. 

İçimize dönelim, içimizdeki çocuğun sesine kulak verelim…