Bu haftaki köşe yazımı, 17 Aralık gecesi yazıyor olmam ve ölüm yıldönümüne rastlaması dolayısıyla Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin dünyaca ünlü eseri Mesnevi’den hikayelere ayırdım.

Tamamı altı cilt olan Mesnevi, yirmi altı bin beyit yani elli iki bin satırdan oluşuyor.

Mevlana, Mesnevi’de mesajlarını çoğu kez hikayeler aracılığıyla vermiş.

Bu hikayelerden Sultan Mahmud ve kölesi Eyaz (Ayaz) hakkındakileri seçerek sizlere aktarmak istedim.

Gazneliler, 963-1186 yılları arasında Horasan, Afganistan ve Kuzey Hindistan’da hüküm süren bir Müslüman-Türk hanedanı.

Sultan Mahmud da 998-1030 yılları arasında bu devletin başında bulundu.

Eyaz ise meşhur Gazneli Mahmud’un sadık adamı.

Zekası, sadakati, Sultan Mahmud’a bağlılığı ile birçok hikayeye konu olmuş.

* * *

Saraya gelişi şöyle anlatılıyor:

Bir gün Gazneli Mahmud ava çıkmış. Bir ceylan peşinde koşarken, yanındakilerden ayrılmış, adamlarından tamamen uzaklaşmış. Nihayet birkaç Türkmen evi görmüş. Yorgun, terlemiş ve susamış halde evlerden birine yaklaşmış, su istemiş. Karşısına genç Eyaz çıkmış, Sultan Mahmud’un kıyafetinden ve halinden önemli birisi olduğunu anlamış, saygı göstermiş:

“Sultanım biraz istirahat buyurun, bu civarda suyu çok hoş olan bir çeşme var. Babam az evvel oraya gitti, su getirecek, size o sudan takdim edeyim” demiş.

Sultan Mahmud atından inmiş. Eyaz yoksul fakat tatlı dilli, konuşkan ve saygılı bir gençmiş. Etrafın güzelliğinden, kendi yaşayışlarından bahsederek bir süre hükümdarı oyalamış. Mahmud, gençten ve davranışlarından etkilenmiş ve hoşlanmış. Genç bir ara kalkıp temiz bir kasede soğuk su getirmiş. Sultan suyu içmiş ve pek beğendiğini söylemiş. Dayanamayıp sormuş:

“Babanın çeşmeden su almaya gittiğini söylemiştin, oysa bu suyu evden alıp geldin, nedir bunun sebebi?”

Ayaz cevap vermiş:

“Padişahım, buraya geldiğiniz vakit yorgun ve çok terli idiniz. O anda soğuk suyu verseydim size dokunurdu. Sizi konuşmaya tutarak terinizin kurumasını bekledim, bağışlayın.”

Sultan Mahmud, çocuk yaştaki bu gencin feraset ve zekasını çok beğenmiş. Ailesinin rızasını alarak onu sarayına getirmiş. Ayağındaki çarığı, sırtındaki postu çıkarıp ona kıymetli elbiseler giydirmiş ve hizmetine almış.

* * *

EYAZ’IN SIRRI

Gazneli Sultan Mahmud’un has kölesi Eyaz saraya geldiği ilk gün, üstünde olan postuyla çarığını bir odaya asmış, o günleri unutmamak için onları orada tutuyormuş. Odanın kapısına bir kilit vurmuş, kimseleri oraya sokmuyormuş. Eyaz her gün bu odaya gelir, orada oturur ve kendi kendine: “Boşuna büyüklük taslamaya kalkışma, işte çarığın işte postun.” dermiş.

Düşmanları, onun padişaha olan yakınlığını kıskananlar, Eyaz’ın bu odada bir hazine sakladığını, altın ve gümüş torbaları biriktirdiğini sanarak onu gözden düşürmek için Sultan Mahmud’a şikayette bulunmuşlar:

“Sen bu kadar değer veriyor, bu kadar ihsanda bulunuyorsun, o ise senden çaldığı altınları ve gümüşleri bir odaya kitlemiş oraya kimseyi sokmuyor.” demişler.

Padişah bunu söyleyenlere:

“Gece yarısından sonra o odanın kilidini açarak içeriye girin, oradaki altınları, gümüş ve mücevherleri size bağışladım. Fakat neler gördüğünüzü gelip bana anlatacaksınız.” demiş.

Adamlar sevinerek padişahın huzurundan ayrılmışlar. Sabırsızlıkla beklemeye başlamışlar. Gece yarısı olunca da kapının kilidini kırarak odaya dalmışlar. Fakat o ne? Odada bir çift çarıktan ve eski bir posttan başka bir şey yokmuş. Belki yere gömmüştür altınları diye odanın içini kazmaya başlamışlar. Fakat yine de bir şey bulamayarak yaptıklarından ve söylediklerinden pişman olarak Sultan Mahmud’un huzuruna varıp gördüklerini olduğu gibi anlatmışlar.

* * *

EYAZ’IN MARİFETİ

Bir gün beyleri Sultan Mahmud’a:

“Eyaz denilen bu kölenin ne marifeti var ki sen ona otuz kişinin maaşı kadar maaş ödüyorsun?” demişler.

Sultan Mahmut bu soruya o anda karşılık vermemiş. Birkaç gün sonra beylerini alarak ava çıkmış. Giderlerken bir kervanın gitmekte olduğunu görmüşler.

Sultan Mahmut Beylerden birine:

“Git sor, bakalım bu kervan nereden geliyor?” demiş.

Bey atını sürerek gitmiş, birkaç dakika içinde geriye dönmüş.

“Efendim kervan Rey şehrinden geliyor.” demiş. Sultan Mahmut:

“Peki nereye gidiyormuş?” diye sorunca bey susup kalmış.

Bunun üzerine Sultan Mahmud başka birini göndermiş. O da gidip gelmiş.

“Efendim, Yemen’e gidiyormuş.” demiş.

Padişah:

“Yükü neymiş?” deyince o da sustu kalmış.

Bu defa padişah başka bir beye:

“Sen de git yükünü öğren!” demiş.

Bey gitmiş gelmiş:

“Her cins mal var fakat çoğu Rey kaseleri.” demiş.

Padişah:

“Peki kervan Rey’den ne zaman çıkmış?” diye sorunca bey susup kalmış cevap verememiş.

Padişah böylece tam otuz beyi göndermiş otuzu da istenen bilgileri tam olarak getirememişler.

Padişah son olarak Eyaz’ı çağırmış:

“Eyaz, git bak bakalım şu kervan nereden geliyor.” demiş.

Eyaz saygıyla padişahın huzurunda eğilerek konuşmaya başlamış:

“Efendim, kervan görünür görünmez sizin merak ederek soracağınızı tahmin ettiğimden gidip gerekenleri öğrendim. Kervan Rey’den geliyor Yemen’e gidiyor, yükü şudur, şu kadar at, şu kadar deve, şu kadar katırdan oluşuyor. Kervanda şu kadar insan var, onlardan şu kadarı silahlı.” diye başlayarak kervan hakkındaki en küçük malumata varıncaya kadar anlatmış. Bütün bunları beyler ağzı açık dinliyorlarmış.

Böylece Eyaz tek başına otuz beyin edinemediği bilgiyi edinmiş, başaramadığı işi başarmış.

Padişah beylerine dönmüş:

“Sadık kölem Eyaz’a neden otuz kişinin ücretine denk ücret verdiğimi anladınız mı? Görüyorsunuz ki bu bile onun hizmetine karşılık az geliyor.” demiş.

Böylece Eyaz’ı çekemeyerek aleyhinde konuşan beyler utanmışlar, yaptıklarına pişman olmuşlar.

* * *

EYAZ’IN SINAVI

Padişah bir gün divana girdiğinde, ülkenin ileri gelenlerinin hepsinin toplanmış olduğunu görmüş. Kuşağının arasından bir mücevher çıkararak vezirine uzatmış ve demiş ki:

“Bu nasıl bir mücevherdir, değeri nedir?”

Vezir almış, söyle bir bakmış:

“Yüz eşek yükü altın değerinde bir mücevherdir,” demiş.

Padişah:

“Kır bakalım bunu,” deyince:

“Nasıl kırabilirim? Senin hazinenin, malının iyiliğini isteyen bir kişiyim ben! Değer biçilemez böyle bir mücevherin zarar görmesine nasıl razı olabilirim?” diye yanıt vermiş.

Padişah, vezirin sözünü beğenmiş, ödül olarak ona bir giysi vermiş; ondan inciyi almış. Sonra ötekilerle birlikte başka bir konuyu açarak bu konuşmayı unutturmuş. Perdecinin eline tutuşturmuş mücevheri, demiş ki:

“Bir isteklisi olsa, ne eder acaba?”

Perdeci:

“Bu mücevher,” demiş, “Ülkenin yarısı değerindedir. Allah ülkeyi tehlikelerden korusun.”

Padişah:

“Kır bunu,” deyince:

“Ey kılıcı güneş gibi parlayan padişahım,” demiş perdeci, “Bunu kırıp ufalamak pek yazıktır, pek yazık! Değeri şöyle dursun, şu parlaklığa bir bakın! Gündüzün ışığı bile ona uymakta. Bunu kırmaya nasıl elim varır? Nasıl olur da padişahın hazinesine düşman olurum?” demiş.

Padişah ona da giysi armağan etmiş, gelirini arttırmış. Onun aklını övmeye başlamış. Bir süre sonra mücevheri bir beyin eline vermiş, onu da sınamış. O da, divanda bulunan öteki beyler de aynı şeyleri söylemişler. Padişah da her birine ağır giysiler vermiş, bağışlarda bulunmuş.

Bir köşede bekleyen Eyaz kalmış yalnızca. Padişah mücevheri ona da uzatarak demiş ki:

“Ey Eyaz! Söyle bakalım; bu parlaklıkta, bu güzellikte olan bir mücevherin değeri nedir?”

“Söyleyebileceğimden de fazladır padişahım,” deyince:

“Haydi, öyleyse kır bakalım onu,” demiş padişah.

Eyaz’ın gömleğinin yenlerinde taşlar varmış. Belki bu saf temiz kişi düşünde görmüş, ya da malum olmuş da, o taşları gizlemiş eteğine. Hemen o taşlarla mücevheri kırmış. Beylerden yüzlerce çığlık kopmuş.

“Bu ne korkusuzluk? Allah hakkı için bu nurlu mücevheri kıran kafirdir,” demişler.

O toplulukta bulunan herkes kötülüklerinden, padişahın inci gibi buyruğunu kırmışlar. Mücevherin değeriyle sevginin sonucu, gönüllerinde gizli kalmıştı.

Eyaz demiş ki: “Ey büyükler! Padişahın buyruğu mu daha ileri, mücevher mi? Padişahın buyruğuna aldırış dahi etmiyorsunuz! Ben gözümü padişahtan ayırmam. Boyalı bir taşı seçip de padişahın buyruğunu geri bırakan canda hiçbir gevher, hiçbir değer yoktur. Gül renkli oyuncağı arkanıza atın da onlara renk vereni aklınıza getirin.”

Bu sözler üzerine, o yüce beyler hatalarına özür olmak üzere başlarını önlerine eğmişler. Gönüllerinden yüzlerce ah çekmişler. Padişah da yaşlı cellada emir vermiş:

“Bu çerçöpü benim yüce kapımdan uzaklaştır! Bu aşağılık adamlar, bu makama layık değiller. Bir taş için benim emirlerimi reddettiler. Emrim, bu çeşit fesatçılara bir boyalı taş için aşağı görüldü.”

Bunun üzerine merhametli Eyaz sıçramış, o ulu padişahın tahtına koşmuş, secde edip demiş ki: “Padişahım, senin gibi yüce bir padişahın sultanlığına, gökyüzü bile hayran olmuştur. Cömertler, cömertliklerini senden alırlar. Ey iyilik ve cömertlik sahibi! Bu suçluların aymazlık ve küstahlıkları, senin affının çokluğundandır. Ey bağışlamayı sandığına almış, kendine mal edinmiş kişi; bağışla! Sen iyilikte en ileri gidensin! Ben kim oluyorum da, bağışla diyeyim. Ey padişahım, suçlu benim. Bağışla! Bağışla!”

* * *

Çağını aşıp bugünlere ışık tutan bu hikayeleri özümseyip ders çıkarabilmek dileğiyle…