Şehrimiz için iki önemli festivali, 21.Uluslararası Afyonkarahisar Caz ve 20.Klasik Müzik Festivallerini geride bıraktık. Festivaller, sürekli takipçilerini ve festivalleri yeni keşfeden izleyicilerini memnun etti. Festivalleri izleyenlerle yaptığımız görüşmelerde izleyiciler, duydukları memnuniyeti dile getirdiler. Şehrimizde 20 yıldır düzenlenen caz ve klasik müzik festivalleri de dahil olmak üzere, ülkemizde çok sayıda festival düzenleniyor. Festival kelimesinin tanımına bakalım önce. Festival, Fransızca’ dan Türkçe'ye geçmiştir ve TDK'ye göre anlamı şu şekildedir:

- Dönemi, yapıldığı çevre, katılanların sayısı veya niteliği programla belirtilen ve özel önemi olan sanat gösterisi

- Belli bir sanat dalında oyun ve filmlerin sunulması ve gösterilmesi sonunda ödül, derece verilmesi biçiminde düzenlenen ulusal veya uluslararası gösteri dizisi, şenlik

- Bir bölgenin en ünlü ürünü için yapılan gösteri, şenlik

Tanımla beraber yeni tamamladığımız Caz ve Klasik Müzik Festivallerimizin etkisindeyken, genel anlamda müzik festivallerine değinmek istiyorum. Birçok insanı bir araya getiren müzik festivalleri kısa süreli olarak düzenlenmektedir. Müzik festivalleri yapıldığı bölgeye hem ekonomik hem de kültürel katkı sağlar ve yanı sıra pek çok kültürel ve sanatsal etkinliklere kapı açar. Müzik festivali nedeniyle bir araya gelen topluluklar arasında “birlikte” bir paylaşım “kişisel” olarak deneyimlenir. Bu birlikte paylaşımın kişisel deneyimlenmesi aslında, sanatın bireyselliğe vurgusu olarak da değerlendirilebilir. Sanatın büyüsü burada da kendisini gösterir. Bir eserden, izleyici, dinleyici benzer duygularla etkilenebilir. Aynı duygunun farklı tonlarını hissedebilir. Aynı romanı okuyan kişiler romanın farklı kısımlarından etkilenebilirler, aynı resme bakan kişiler resmin farklı unsurlarını önemseyebilirler, aynı müziği dinleyen kişiler benzer ya da farklı duygularla beğenebilir ya da beğenmezler. 

Tam da bu noktada sormak istiyorum: Caz ve klasik müzik bizim kültürümüzde var mı? Evet var, neden derseniz; 80’ler döneminde merhum Hikmet Şimşek’in Pazar Konserleri programını bizim kuşağımız büyükler, küçükler izlerdik ve Hikmet Şimşek repertuvarı çok güzel düzenlerdi. O programları izlediğimizden beri, Klasik müzik o dönemin kültüründe var. Yıldız İbrahimova’yı çok severim, öyle ki bebekken oğlumla birlikte dinlerdik, o da bizim kültürümüzde var. Daha geriye gidelim 1924 yılı Eylül’ünde Ankara'da Musiki Muallim Mektebi (Müzik Öğretmen Okulu) açılır. 1936 yılında Ankara Devlet Konservatuarı'nın açılmasıyla bu okul Gazi Eğitim Enstitüsü müzik bölümüne dönüştürülür ve Ankara Devlet Konservatuarı, Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu müzik, tiyatro, opera, bale sanatçılarını yetiştirmeye başlamıştır. "Türk Beşleri" olarak tanınan sanatçılar (Necil Kâzım Akses, Hasan Ferit Alnar, Ulvi Cemal Erkin, Cemal Reşit Rey ve Ahmet Adnan Saygun) ilk sonat, senfoni, konçerto ve operalarını yazmışlardır. 1934 yılında ilk Türk operası olan Ahmet Adnan Saygun'un Öz Soy ve Taşbebek operaları, Ankara Halkevi'nde temsil edilir. Klasik Müzik ve opera Türk bestecilerin eserleriyle 1934’ten beri var. Daha da geriye gidelim ve Klasik müzik ve operanın dolayısıyla batı müziğinin aslında Osmanlı ecdadımızın meşrebine, zevkine uygun olduğunu görelim:

 Sarayından çıkıp ilk kez Avrupa ülkelerini görmeye giden tek padişah olan Sultan Abdülaziz’in oğlu Şehzade Abdülmecid Efendi, ünlü besteci Franz Liszt’den ders almış, müziği sadece dinlemekle yetinmeyip öğrenmeye de çalışmış biriydi. Sultan Abdülaziz’in Avrupa seyahatinde ona eşlik eden bir başka şehzade olan 2. Abdülhamit hobi olarak marangozluk yaparken Şehzade Abdülmecid Efendi, resim ve müzikle ilgilenmiş, nü bile çalışmıştı. “Sarayda Beethoven” tablosu Şehzade Abdülmecid Efendi’nin yaptığı bir tablodur. 

Biraz daha geriye gidersek Sarayda opera izleyen ilk padişahın, III. Selim olduğu bilinir. Yani Osmanlı sarayı 18. yüzyıldan itibaren opera denen müzik türüne yabancı değildi. Sultan Abdülmecit, Türk gençlerine opera öğretilmesi için Donizetti Paşa’yı görevlendirdi. II. Abdülhamit, Yıldız Sarayı’na İtalyan kumpanyaları davet ediyordu. Donizetti Paşa ise 1820’de bestelediği ve İtalyanca olarak yazılan üç bölümlük tragedya nitelikli Belisario operasını 1836’da Türkçe olarak sundu. 

Buraya kadar olan kısım sanatın kültürlerarası olduğunun kısa, özet bir göstergesi. Sadece benim kişisel tarihimde Caz ve Klasik müziğin yeri varsa, benim dönemimde de yeri var demektir. Bugün dinlediğimiz reklam cıngıllarında, film müziklerinde caz, klasik müzik, blues, hip hop, rap vb. müzik türlerini duymakta, dinlemekteyiz ve herhangi biri için bizim kültürümüzde yok diyemiyoruz çünkü bizim sanatçılarımız seslendiriyor. 

Sanat, bireyin yaşamının hemen hemen her anında onun ayrılmaz bir parçasıdır. Çünkü nereye bakarsak bakalım sanat ve tasarım çalışmalarını görebiliriz. Sanat biçimleri ve tasarım ürünlerini hemen her gün kullandığımız bir tabakta, giysilerimizde, mobilyalarımızda,  görürüz. Dinlediğimiz müziklerde, gündüz ya da gece karşımıza çıkan şekiller ve renklerde görürüz. 

Sanat, insana estetik haz verip, insanı eğlendirerek onun oyalanmasını ve haz aldığı konudan yaşam dersi edinmesini sağlar. Bize bunu sağlıyorsa kültürümüzde olması gerekli midir? Elijah Wood’un Selda Bağcan hayranlığını nasıl ki “kültüründe yok” diyerek önleyemezsek, kişisel beğenilerimizi, estetik tutumlarımızı da topluluklara, gruplara, kültürlere mal edemeyiz. Geçmişten günümüze baktığımızda, ister ecdadımıza, kültürümüze uygun yaşayalım, istersek kişisel beğenilerimizi önemseyelim her iki durumda da sanat, çoklu yaşanan bireysel deneyimlerden oluşur ve aslında bizim neyi sevip sevmediğimiz sadece bizi ilgilendirir. Sanatın çok yönlü ve büyülü dünyasında, kendimizi bulduğumuz eserlerde sanat dolu günler dileklerimle,

Sanatla kalın.