Bir ay kadar önce Twitter’da eski uygarlıkların dillerinden örnekler veren, sizin de internette kolayca bulabileceğiniz bir videoya rastladım.

Aztek, Asur, Antik Mısır, Hitit, Sümer, Antik Maya, Akad ve Keltler’in konuşmalarını işitmek ve Göktürkler’in dilinden birkaç sözcük anlayabilmek ilginç bir deneyim oldu.

Doğan, gelişen ve ölen canlı bir organizma olarak dil üzerine bir yazı yazmaya karar verdim.

Birkaç gün önce ise bir internet gazetesinde rastladığım yorum yazısında okuduğum ve bende iz bırakan bir cümle bu haftaki yazımın konusunu belirledi:

“Duyguyu suskunlukla, düşünceyi dilin şiddetiyle kuşatıp boğduk.” diyordu özellikle gençlerin konuşamamasından ve anlaşamamasından yakınan yazar.

İletişim çağı diye adlandırdığımız ancak özünde iletişimsizlik çağı olan modern zamanların ruhunu buldum bu cümlede.

Duygular, düşünceler dile dökülüp ifade edilemiyorsa eğer neye yarar?

İlhan İrem de benzer bir ruh halini yansıtmıyor mu otuz yıl önceden günümüze kalan belki de en ünlü şarkısında:

“Konuşursam gözyaşlarım beni boğacak, biliyorum, duyuyorum, görüyorum, konuşamıyorum.”

* * *

Gerçekten ve yazık ki kronikleşen bir sorun bu ve neredeyse hiç konuşamıyor, haliyle de hiç anlaşamıyoruz.

Son beş yıldır cep telefonunda konuşma süresi bakımından en yakın rakibimizi ikiye katlayarak Avrupa şampiyonu oluyoruz ama bu konuşabildiğimiz anlamına gelmiyor.

Her gün yüz yüze geldiğim, toplumun en dinamik ve donanımlı kesimi olması gerektiğini düşündüğüm üniversite öğrencilerinin de hiç konuşamadığını üzülerek gözlemliyorum.

‘Aynen’ sözcüğünü dağarcıklarından söküp alsak dut yemiş bülbüle dönecekler sanki.

Zaten konuşmayı başaranlar da anlaşamıyor çünkü birbirlerine tahammülleri yok.

Abbas Güçlü’nün Kanal D’de yayımlanan çok sevdiğim Genç Bakış programı da tam beş yıl önce bu nedenle yarıda kalıp sonrasında yayından kaldırılmadı mı?

İşte bu yüzden ilköğretim çağından itibaren çocuklarımıza konuşma deneyimi yaşatmalıyız.

Her lisede ve üniversitede münazara kulübü kurulması ve kurallarına göre tartışma kültürünün gençlere kazandırılması şart.

Çoğu zaman tez, antitez ve sentez kavramlarıyla giriş yapılan diyalektik yöntem gençlere muhakkak öğretilmeli.

Aristo’nun adını koyduğu, Platon’un “sanatların kraliçesi” dediği, akla ve mantığa uygun, güzel, ikna edici konuşma olan retoriksel konuşma yetisi de kazandırılmalı.

Ancak bu şekilde kendimizi anlatabilir, karşımızdakini anlayabilir ve anlaşabiliriz.

* * *

Falih Rıfkı Atay, “Düşündüğünü ve duyduğunu karşısındakine derli toplu anlatabilmek, ne bir meslek ne de bir sanattır” diyor.

Gerçekten de kendini doğru anlatabilmek gündelik hayatın vazgeçilmez becerilerinden.

Kendimizi sözlü ve yazılı olarak anlatabilmemizin temelini ise dil oluşturuyor.

Anlaşma aracımız olan dil sayesinde düşüncelerimizi, duygularımızı sözle ya da yazıyla ifade edebiliyoruz.

Karşılıklı konuşmalar, yazışmalar ‘dil ile iletişim’ olarak genel kabul görüyor.

Bir de ‘dil ötesi iletişim’ var ki sesin tonu, hızı, vurgusu gibi nitelikleri öne çıkıyor.

Dil ile iletişimde ne söylediğimiz, dil ötesi iletişimde ise nasıl söylediğimiz önem kazanıyor.

Araştırmalar da insanların birbirlerine ne söylediklerinden çok, nasıl söylediklerine dikkat ettiklerini gösteriyor.

Seçtiğimiz sözcükler meramımızı doğru anlatmamızı sağlarken, sesimizin niteliği sözümüzün algılanmasında etkili oluyor.

Yani sanılanın aksine insanlar konuşa konuşa anlaşmıyor.

İletişimimizde sözcükler sadece yüzde 10, ses tonu yüzde 30, beden dili ise yüzde 60 oranında rol oynuyor.

Karşılıklı konuşmalarımızda mesajlarımızın yüzde 35’ini sesli, yüzde 65’ini sessiz kanallarla iletiyoruz.

Duygu ve düşüncelerimizi sözcüklere dökemediğimiz durumlarda bir vücut hareketi (jest), bir yüz hareketi (mimik) binlerce sözcükten daha çok anlam taşıyor.

Anlam demişken derinliklere dalmak kaçınılmaz olacak.

* * *

“Bî-savt ü bî kelam bütün fikrimi oku, Mânâyı gergefe gereyim lâfzı sen doku.” (Sessiz ve sözsüz bütün düşüncemi oku, Anlamı gergefe gereyim sözcüğü sen doku.)

Bugün ilk duyuşta ya da okunuşta anlaşılması güç olduğu için günümüz Türkçesine çevirdiğim yukarıdaki dizeler Enis Behiç Koryürek’e ait.

Pulhan Matbaası’ndan 1949 yılında çıkan“Vâridât-ı Süleyman: Çedikçi Süleyman Çelebi (Ruhundan İlhamlar)” adlı kitabında bulunuyor.

Türk edebiyatı ile ilgilenen ve Beş Hececi şairi ulusal duyguları yücelten, kolay anlaşılır şiirleriyle tanıyanlar varsa sanırım şaşırmıştır.

Onu tanımayanları da en az bir kez dinlediklerini tahmin ettiğim, Erol Sayan’ın rast makamında bestelediği şu şarkının güftesinin de kendisinin ‘Hatıra’ şiirine dayandığını anımsatarak ben şaşırtayım:

Geçsin günler, haftalar, aylar, mevsimler, yıllar, zaman sanki bir rüzgâr ve bir su gibi aksın, Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın.”

Anlam konusunda derinlere dalarken alıntıladığım ilk mistik dizeleri, sufilerin“Bisavt ü kelam anlaşırız zira biz” dedikleri bir tür dilsizleşme, sessiz ve sözsüz anlaşma hali yazdırmış Koryürek’e.

Zira, 1949’da ölmeden önce üç yıl boyunca, önceki yaşamının aksine mistisizmle yaşadığı biliniyor.

Bir ruh çağırma seansında Çedikçi Süleyman Çelebi adlı bir mevlevinin ruhuyla teması sonucu doğduğunu söylediği dini ve tasavvufi şiirler de yazmış.

Aslında günümüz Türkçesine çevrilmeden kulağa daha uyumlu gelen bu dizelerden çok derin anlam örüntülerine ulaşmak olası.

Sesin ve sözün, düşünceleri ifade etmede tek geçerli yol olmadığı apaçık ortada.

Köylerde çeyizlerini işleyen genç kızların kumaşı gerdikleri ağaçtan aletin içinde harikalar yaratması gibi sözcükler de ancak belirli bir anlam düzleminde nakış gibi işlendiğinde değer kazanıyor.

* * *

Ancak sormak gerekir: Dil nedir? Anlam nedir? Birbirleriyle ne tür ilişkileri vardır? Sözlü ya da sözsüz önemli bir iletişim aracı olan dil ile gerçekleşen iletişimin sınırları nerede başlar, nerede biter?

Bu ve bunun gibi soruların gündelik hayatta hemen hiç yeri yok.

Oysa dili kullanarak insanın kendini ifade etme, iç gerçekliğini yansıtma ve çevresinde olup bitenleri anlama çabası, yaşamının neredeyse uyku dışında geçen her anını kapsıyor.

İnsanlar, eski çağlardan beri dil ve anlama ilişkin sorularının yanıtlarını, mitolojik ve dinsel anlatılarda bulmuş.

Derin gerçeklikleri olan bu ezoterik (içrek) metinleri ise ancak bu sırları çözmesini bilenler anlayabiliyor.

Bu metinlerde dil, Tanrı’nın insanlara armağanı ya da cezası olarak değerlendiriliyor.

Kutsal kitaplar Tanrı’nın sözü ve Tanrı, insanlarla anlaşmak için onların dilini kullanıyor.

Tanrısal metinleri insanlara açıklayan mitolojik kahraman Hermes, günümüzün önemli anlama yaklaşımlarından hermenötike (yorumsama) adını vermiş.

Tanrı’ya yaklaşmak için yapılan ve O’na ilk isyanın simgesi olan Babil Kulesi mitosunda ise Tanrı, yeryüzüne iniyor ve insanların dillerini farklılaştırarak birbirlerini anlamalarını engelleyip onları cezalandırıyor.

Esperanto gibi tek bir dille anlaşabilmek olası iken milyarlarca insanın çağlar boyu neden binlerce farklı dil kullandığını bilim de kolay açıklayamıyor.

BM verilerine göre halen dünyada konuşulan 8 bin dolayında dil var.

* * *

Dil ve anlam, filozoflar ve bilim insanlarının da en önemli sorgulama alanları arasında olmuş.

Felsefecilere göre; dilin özü sorunu, varlığın özü sorunu kadar eski.

Varlık ve dili, sözcük ve anlamı birbirlerinden ayırmak olası değil.

Bilim insanları ise dilin doğuştan mı geldiği, sonradan mı edinildiği sorunu üzerine kafa yormuşlar.

Kimine göre zihin doğum anında boş ve dil sonradan öğreniliyor.

Kimileri ise “Eğer dil öğretilebiliyorsa hayvanlara da öğretilebilmesi gerekir” diyerek bu görüşe karşı çıkıyor.

Aslında hayvanların da bir dili olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Kedilerin miyavlamalarının çözüldüğüne, Lehçe ve İngilizce komutları anlayabilen iki dilli bir köpeğe dair yakın geçmişte gazetelerde çıkan haberleri hatırlıyorum.

Belki de yakın gelecekte, Disney’in ödüllü animasyon filmi Up (Yukarı Bak)’taki gibi, elektronik bir tasma sayesinde köpeklerin dili anlaşılabilecek.

Bu olursa “Eğer bir aslan konuşabilseydi, onu anlayamazdık” diyen ünlü filozof Ludwig Wittgenstein’ı tebessümle anmak gerekecek.

* * *

Dil ve anlamdan söz ederken, hele de söz kendisine gelmişken, Wittgenstein’ın dil alanındaki çalışmalarına değinmemek hata olur.

Ancak anlatmayı sevdiğim Wittgenstein’ı özel ve güzel bir nedenle gelecek haftaya bırakıyorum.

Konuşmaktan çekinmeyen, dilini koruyup doğru ve etkili kullanan, birbirini anlama çabasından asla vazgeçmeyen insanların yaşadığı mutlu bir Türkiye dileğiyle…