20. yüzyılın sonralarına doğru 1980 – 81‘de bir kış günündeyiz…

Günlerden Pazar… Sobamızın evdeki havayı daha bir ısıtan sıcaklığında ve siyah beyaz izlediğimiz televizyonda gündüz programında bir film başlıyor…

Her zaman olduğu gibi dikkatimi dağıtabilecek olan her şeyi arkada bırakarak televizyonun hemen önünde yerimi alıyorum.

Notre Dame’ın Kamburu… Paris’in Notre Dame Kilisesi, Victor Hugo’nun, 19. Yüzyılda 1831’de yazdığı roman. Hikâye 15. yüzyılda 6 Ocak 1482’de başlıyor, yazıldığı döneme kadar Paris’i tasvirliyor, anlatıyor. Hikâyenin başladığı yıllara bakarsak henüz Amerika keşfedilmemiş!

Eski püskü giysili, kambur, gözünde yara olan ve sağır bir zangoç Kuasimodo (kilisenin çanlarından sorumlu), çok güzel bir kız Esmeralda,  kilisenin rahibi ve bir de  aydın kesimi ya da entelektüelleri temsil eden bir kişi daha…  Kasvetli mekânlar ve  insanlar… Karanlığı ve kasveti, siyah beyaz ekran iki misli hissettirir.  Nasıl kaptırmışım kendimi!  Burnuma garip bir koku gelmeye başlayınca televizyonla mesafemi araladım. Baktım koku daha da belirginleşmeye başlıyor! Odada gidilecek en son noktaya, kapının yanına yerleştiğimde anladım ki, televizyondan uzaklaştıkça kokuya yaklaşıyorum!  Mutfakta kelle-paça pişiyor!

Dokuz on yaşlarında bir çocukken böyle bir duruma denk gelmemden dolayı bendeki kelle paçanın özellikle “kellenin” pişme kokusu Fransa’nın 15. Yüzyıldaki Notre Dame Kilisesi zangocu Kuasimodo’ya yerleşiyor!

Sonraki zamanlarda kelle paça ile çok imtihan verdim.  Hatta bir seferinde voleybol çalışmasına gitmek için evden çıkmak üzereyken, babamın yemezsem gidemeyeceğimi söylemesi üzerine voleybol uğruna, sarımsaklı yoğurdun üzerinde olduğu ekmek tarafından bir çatal aldım… Bizim Emirdağ’ın kelle paçasını ayrı bir zamanda tarif ederim. Aslında gerçekten değerli bir yemek. Bizim evde kelle paça yoğurtludur…  Bambaşka bir lezzet olan meşhur Emirdağ yoğurdu için doğrusu ne yazsam az …

Paçayı bu satırlara başlamadan az önce yediğime göre benim asıl şikâyetim kelleden

Dönelim Notre Dame’nin Kamburu’na… Dünya gündemindeki Fransa’nın Sarı Yeleklileri ile dokuz, on yaşlarında izlediğim Notre Dame’ın Kamburu filmine ve konuyu detaylıca düşündüğümde Dünya tarihinde ve özellikle Avrupa tarihinde bir yolculuk kaçınılmaz oluyor.  Bilenlere anlatılması kolay da bilmeyenleri bilgilendirmek gibi bir derdim var mı sorusuna “hayır” yanıtımı vererek bu kaçınılmaz çok uzun yolculuğun izdüşümlerini kıssadan hisselerle almaya gayret ediyorum. 

Filmlerde izlediğiniz, duyduğunuz, kitaplarda okuduğunuz, okulda öğrendiğiniz bir şiirde rastladığınız, evlerinizde aranızda ya da televizyon kanallarındaki haberlere, programlara konu olmuş, tüm dünyayı ilgilendiren hatta şu anda bile asıl konusu olduğunuz, insanoğlunun geçmişten bugüne ve maalesef geleceğe götürdüğü bir trajediye hep birlikte bakalım.

“Trajedi: Konusunu efsanelerden veya tarihten alan heyecan verici sahne koşuğu ki insanoğlunun hırslarını ve kavgalarını gösterir ve çoğu felâketli sonuçlarla bağlanır.” Türk Dil Kurumunun tanımı ile “Trajedi” ye açıklık getirdiğime göre kalan satırlarımı hız kesmeden tamamlayabilirim…

 

“İnsan ada değil ki

Yetsin kendi başına

Bir çakıl yerkürede

Okyanusta bir damla

Bir kum tanesi kopsa kıyısından

Küçülür Avrupa

Bir burun eksilmiş gibi anakaradan

Kendi toprağını yitirmiş gibi ya da bir dost yurtluğunu

Bir kişi bile ölse eksilirim ben

Tüm insanlığın parçasıyım dedim ya

Sorma her seferinde

Çanlar kimin için çalıyor diye…”

 

Ernest Hemingway,  20. Yüzyılda 1940’larda ünlü Çanlar Kimin İçin Çalıyor romanında, İspanya İç Savaşını anlatmıştı. Kitabın adı, şair John Donne’ın bir katedralde başrahip olduğu dönemdeki vaazlarından birinden alıntıdır. Benim izlediğim Notre Dame’ın Kamburu filmi yapıldıktan bir yıl sonra yazılmış olan bu kitabı, Çanları çalan Notre Dame Kilisesi zangocu Kuasimodo’ya sormak üzere dönemler ve zamanlar içerisinde alıyorum yanıma ve yolculuğa devam…

 

İşte tam da anlattığım o yaşlarımda, “Katip arzuhalim yaz Şah’a böyle” dizelerini rahmetli Barış Manço’nun 70’li yıllardaki kasetlerinden dinliyorum.

Efsaneye göre, Pir Sultan, Hızır’a: “Gidip okuyacaksın. Paşa, hatta vezir olacaksın. Fakat beni asmaya geleceksin!” diye söylemiş. Pir Sultan Osmanlı’nın zulmüne karşı ayaklandığında, Paşa olan Hızır, isyanı bastırmak görevine tayin olmuş. Pir Sultan, Hızır tarafından tutuklanıp Sivas Toprak Kalesine konmuş ve idama mahkûm edilmiş. Bir Bektaşi ocağının Piri olan Pir Sultan Abdal, sosyal alan ve inanç isyanının başını çekmiş. Bu olay, Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) ve Şah Tahmasp (1524-1576) zamanında olmuş. Pir Sultan’ın şiirlerinde geçen Şah Tahmasp, Şah İsmail’in oğlu. Tekrar efsaneye göre, Hızır Paşa, Pir Sultan’ın hayatını kurtarmak için O’ndan “Şah” kelimesini kullanmadan üç nefes istemiş. Pir Sultan, Şah’ı öven üç nefes söylemiş. Fakat bu övgü İran Şahını değil, Şah-ı Merdanı, yani Ali’yi anlatıyordu.

“Hızır Paşa bizi berdar etmeden

Açılın kapılar Şah’a gidelim

Siyaset günleri gelip yetmeden

Açılın kapılar Şah’a gidelim”

Sonra, Pir Sultan Abdal mahkeme tutanaklarını yazan kâtibe seslenip:

  “Kul olayım kalem tutan eline, Kâtip ahvalimi Şah’a böyle yaz”

Der ve benim dokuz, on yaşlarımdaki teypten dinlediğim Barış Manço’m da bu deyişi söylerken şu dizeleri ekler.

“Yıl 1535 Pir Sultan Abdal bunu böyle söylemiş. Söylemiş ya bunun bir de evreni var. Katip al kalemi bir de benden yaz. Oy oy gelmişler şu dağların ötesinden. Burası bize ota olsun yurt olsun demişler. Boy boy yerleşmiş boy boy büyümüşler. Her sabah gün doğusundan iki mızrak boyu yükselen güneş, bir gün kendini göstermeyince kara bulutlar dolaşmış bu cennet vatanın üzerinde. Küçük büyüğü saymaz olmuş. Kardeş kardeşe küsmüş. En acısı bacılarımızın yüzüne bakamaz olmuşuz 1535, 1635, 1735, 1835, 1935, 35 te benden koyun kardeşlerim 1970’e geldik. Bir uğursuzluk çöreklenmiş ki başımıza, oysa deli gönül neler ister… “

Yakın tarihten dökülen bu sözler, beş yüzyıl öncesine işaret etmiyor mu? İşte gel de, iliklerine kadar donma burada!

Kısacık bir yazının içine, Victor Hugo’yu, Pir Sultan Abdal’ı, Barış Manço’yu  alıp da nereye gidiyor bu yazı diyorsanız eğer; matbaanın ve pusulanın icadına, Amerika’nın keşfine… Rönesansla baş edemeyen bir döneme. Fransız İhtilaline… 1453 İstanbul'un fethi ile başlayıp 1789 Fransız ihtilali ile biten bir döneme.

Ve hatta pusulanın icadı öncesindeki filmi kısaca tanımlarsak;  Kuasimodo’nun Fransızca’daki anlamı “yarım kalmış, tamamlanmamış” savaşlardan ve eksik bırakılmışlıktan dolayı hep aciz durumda ve tek sığınabildiği yer kilise olan halk. Dışarı çıktığı zaman herkes ona gülüyor, aşağılıyor. Bu sebeple kendisine aptalların kralı diyor. Gücü ele geçirmek istiyor ve bu sebeple istemsizce Esmeralda’ya âşık oluyor. Onu koşulsuz ve içten seviyor… Ütopik gücü, kusursuz güzelliği ve sonsuz hâkimiyeti simgeleyen hatta Hugo’nun hem güç hırsının değersizliğine hem de o dönemde toplumdan dışlanan çingenelere yaptığı bir göndermedir Esmeralda… Filmde bütün erkek karakterler Esmeralda’ya âşıklar ve tutkuyla ona sahip olmak isterler. Rahip Frolla ise malumunuz ruhban sınıfıdır. 1000 yıldır bütün Avrupa’ya hâkim olmuş bu grup artık eski etkinliğinde değildir. Matbaanın icadı ve Amerika’nın keşfi ile eski gücünü kaybetmeye başlamıştır. Endişe içindedir. Rönesans’ı ve yenidünyayı anlamaya çalışır. Esmeralda’ya âşıktır ve elde edemeyince beni mahvedeceksin diye haykırır. Bencil ve sahip olamadığı şeyin canını alan bir sevgi. Pierre Gringoire ise; Yazar, çizer, artist ve aydın sınıfı. Esmeralda, Pierre’yi serserilerin elinden kurtarır. Evlenirler. Bu süre içinde ne bir aşk var ne de bir sevgi. Sonunda Pierre serserilere katılır ve Esmeralda’yı Rahip Frollo’ya teslim eder! Fleur – de-Iys (Fransa’yı temsil ediyor), Esmeralda’yı seçen Pierre’ye aşıktır. Rahip hem gücü hem de Fransa’yı ister. Sonunda Rahip, Fleur –de – Iys’a (Fransa’ya) sana mecburum ve pişmanım deyip, geri dönmek için yalvarır...

Fransa nasıl karışmış ama!

Zangoç çan seslerinden duymaz olur diyor Kuasimado, sadece çalar…

Fransa’da carbon salınımı… Çevreyi ve dünyayı korumayı amaçlıyor. Dünyanın yeni Esmeralda’sı sağlıklı yaşam, temiz çevre… Dünya Bankası raporlarında Türkiye’de benim bildiğim  90’lı yılların başlarından itibaren sonlarına gidildikçe de ısrarla “insan hayatını” tehdit eden bu çanlar çalmaya başlamıştı. Örneğin bu satırları okuyan kaç kişi TEMA gönüllüsü… Dünya’yı bir sünger gibi sıkarak suyunu çıkaran görseller o kadar çok kullanıldı ki. Kuruyan çorak topraklar! Gereken bilinç oluştu mu acaba? Hatta hala yanıtını almadığım 2009’daki sorum; ”Eskişehir – İstanbul karayolunun tanıtımı sırasında Bilecik karayolu sınırında “Sayın bakanım siz bu yolları yapıyorsunuz can ve mal güvenliği için tamam da, hatta yumurtayı İstanbul’dan bırakıp sağ salim Eskişehir’den alacağız ona da sözüm yok ama az ileride gördüğümüz mermer ocaklarının hemen altındaki derelerin mikro kliması yok olduğunda buralardan geçecek insan kalmayacak buna ne dersiniz?”” dediğimde o zamanki adıyla Çevre Orman Bakanı’na iletileceği söylenmişti…  Ardından gelen sürede kuş gribini, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi, Domuz Gribi… Gıda konusuna girdiğimizde hiç çıkılamayacak türden olduğumuzu biliyoruz ya yine de GDO’yu, tarımda kullanılan kimyasal ilaçları …

Yazılacak, sorgulanacak çok konu var aslında bunları uzmanlarına bırakıyor konuya koku ironisi ile girdiğime göre, aynı ironi ile tamamlıyorum.

21. Yüzyılda 2009’da sorumu sorduğum aynı bakan şeker pancarını baltalayıp NBŞ (nişasta bazlı şeker) için de kolları sıvamıştı… Yumurtayı İstanbul’dan bırakıp Eskişehir’den sağ salim almayı daha önde tutanlar bu gün hayatta değil. Hatta “yumurtaya can veren Allah” sözlerinin sahibi Müslüm Babam ve burada isimlerini zikrettiğim canım Barış Manço’m, Victor Hugo, Pir Sultan Abdal, Kanuni Sultan Süleyman ve hatta hatta Sultan Süleyman da değil.

Ama 130 bin pancar çiftçisi buralarda bir yerde olmalılar… Ve binlerce  şeker çalışanı ve aileleri… En yakınımda, Eskişehir’de, Afyon’da, Türkiye’de yok olmasını istemediğim koku pancar küspesi kokusu.Bu kokuyu duyunca mutlu olmak vatanperverliktir diyebilirim size… 

Filmdeki karşılığı, yarım kalmış – savaşlardan ve eksik bırakılmışlıklardan dolayı hep aciz durumda ve tek sığınabildiği yer kilise olan halkı temsil eden, çanları çalan Kuasimodo sen ne dersin bu hale? ABD’li şirketlerin tekelindeki ve sağlığa olumsuz etkisini sağır sultanın bile duyduğu nişasta bazlı şekere… Poşet mi dedin? Yine mi… Hay Allah müstehakını versin emi!!!...