Karpuz kabuğundan gemiler yapmak, Ahmet Uluçay’ın düşüdür, yaşamıdır, filmidir. “Karpuz kabuğundan gemiler yapmak”, Meksikalı yazar, şair Octavia Paz’ın deyimiyle “düşlerine layık ol”maktır.  

Ahmet Uluçay 1954 yılında Kütahya'nın Tavşanlı ilçesine bağlı Tepecik beldesinde doğar. Düşü, sinematografı yani sinema makinesini icat etmek, filmler çekmektir. Yıllarını bu tutkusu, düşü için, sinema yapmak için yaşar. 2004 yılında karpuz kabuğundan gemilerini yapar ve içindeki koskocaman okyanuslara bırakır. Düşleri ve çocukluğu canlanır, hayat bulur.  Ahmet Uluçay ikinci filmi “Bozkırda Deniz Kabuğu”nu çekerken 2009 yılında vefat eder.  

Ahmet Uluçay’ın Bozkırda Deniz Kabuğu filminin senaryosunu yazma sürecini içeren “Küller ve Kemikler” kitabı, yönetmenin içinde yaşattığı Yakup’unun anlatısıdır. Bu kitaptan birkaç alıntıyı aktaracağım:

“Turna gözlü dağ pınarların var senin. Şu deniz kabuklarına tekne diye düşlerini bindirip çıktığın uzak yolculuklara ben tanığım. Senin yolculuklarını biz şu çok bilmiş halimizle haritalarda görsek, ürpeririz. Senin denizlerini haritalarda görsek, boğuluruz. Biz düş yoksulu olduk Yakup. Benim sevgili çocuğum.” 

Şu hayatın koşturmacasında, boğuşmasında insanlıktan, çocukluğumuzdan ve düşlerimizden o kadar uzak kaldık ki, bizler düş yoksulu olduk. Oysaki insan düşleriyle, çocukluğuyla yaşar. Düşlerimiz olmasa elimizde ne kalır ki!  

Ahmet Uluçay sinemaya olan yaklaşımını kitabında şöyle anlatır:

“Tüm yitiklerimiz öykülerde yaşayabilir. Kim bilir belki ilerde sinemada da yaşayabilir düşünsene Yakup, sinemada da yaşayabilir. İstediğimiz an dönebiliriz o köylere, o insanlara… İstediğimiz an… İyi ki böyle bir tesellimiz var… Sinema biraz da bu değil mi zaten? Parmaklarımızın arasından su gibi dökülüp giden zamana karşı cılız da olsa bir direnme? Ölüme karşı aczimizden doğan bir karşı koyuş? Uluçay’ın sinemaya olan bu bakış açısını usta yönetmen Tarkovski’de görmek mümkündür.  Tarkovski, “Mühürlenmiş Zaman” adlı kitabında; “zaman, benimizin varlığına bağlı bir koşuldur. Zaman bizi besleyen atmosferdir… Zaman bir durumdur. Semender ateşte nasıl evindeyse, zaman da insanın ruhuna öyle yerleşmiştir, ona can veren öğedir…. Zaman geri getirilemez, derler. Bir bakıma doğrudur, geçmiş geri getirilemez. Ancak herkes geçmişte, şimdiki zamanın geçip giden geçici olmayan gerçekliğini bulduğuna göre, geçmiş ne demek oluyor ki? Geçmiş, bir anlamda, içinde yaşanan zamandan çok daha gerçektir, en azından çok daha dayanıklı, çok daha süreklidir. Şimdiki zaman akıp gider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum gibi kayar. Hz. Süleyman’ın yüzüğünde şunlar yazılıdır: Her şey gelip geçicidir…. İnsan açısından zaman, arkasında hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olmaz. Çünkü insan için zaman öznel, manevi bir kategoriden başka bir şey değildir….İlk kez sinema ile, zamanı ilk elden dondurma ve zamanı istediği sıklıkta yeniden yansıtma imkanına, zamana geri dönme imkanına kavuşmuştur…. Artık görülmüş ve kaydedilmiş zaman, uzun bir süre (hatta teorik olarak sonsuza kadar) metal kutularda muhafaza edilebilecekti…. Genellikle insan, yitirilmiş, kaçırılmış ya da erişilememiş zaman yüzünden sinemaya gider.” 

Yitirdiğimiz, kaçırdığımız, erişemediğimiz nedir? Evet çocukluğumuzdur ve düşlerimizdir. İşte bu zamanı tekrar yaşamak için sinema vardır, sanat vardır. Sanat tahayyül (hayal) etmektir, imgelemdir. Düşlerimize ve çocukluğumuza, saflığımıza dönmektir. Yaşama  bir çocuk gibi ilk defa bakmaktır, meraktır. 

Ahmet Uluçay her daim düşlerinde ve çocukluğunda kalıp, her şeye ilk defa bakar gibidir. “Her şey değişirken ben değişemedim. Büyüyemedim. Çocuklarım bile benden önce büyüdüler. Düş çocuğu olarak kaldım, düş çocuğu olarak kaldık… Uluçay “Sinema İçin Bunca Acıya Değer Mi?” kitabında ise şunları dile getirir: 

“Ben resimleri seviyordum, masalları seviyordum, renkleri seviyordum…. Renkleri ve resimleri severim oldum olası. En çok sevdiğim rengin ne olduğunu soranlara yeşil ya da gri olduğunu filan söylerdim hep. Giderek buna kendim de inanmaya başladım. "Deli alı sever " darbımeselinin etkisinde kalarak böyle davranmış olacağım. Şimdi itiraf ediyorum, en çok sevdiğim renk kırmızı. Kırmızıyı deli gibi seviyorum.”

Ahmet Uluçay son filmi “Bozkırda Deniz Kabuğu”nu çekemeden vefat eder. O, bir düş çocuğudur, eski bir rüyanın peşine düşmüş, yitirdiği deniz kabuklarını arıyordur bozkırda…

Onun zekâdan çok, bir kalbe ihtiyacı vardır. İçtenliğine inanabileceği bir kalbe. 

Çocukça saflığa, çocukça duyarlılığa, insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu, ne yazık ki yitirdiği şeye, çocukça sevgiye…