Dön Bak Dünyaya

‘Dön Bak Dünyaya’ Pinhani’nin bir şarkısı.

Yalnız kaldıysan
Kalkıp pencerenden bir bak
Güneş açmış mı?
Yağmur düşmüş mü?
Dön bak dünyaya…

Pencerenden bakma, durma koş, çık bir tepenin ucuna soluk soluğa. Ordan bak güneşe, güneşine. Yağmur sonrası bir gün doğumuna, içine çek iğde ve hanımeli kokularını. Orda ol, içini savur rüzgarda tohumlara, toprağa, bulutlara. Yağmurda ıslansın ruhun, dön bak o zaman doğaya. Sen topraktan, gökyüzünden, ışıktan, sudan ve ateştensin. Güneşin baharında bir yolun ucundasın. Çık yola, hiç durma…

Bu şarkıyı dinlediğimde bambaşka bir yerden Aurora’nın sesini duyuyorum.

Ellerimi uzatırım bu toprağa

Ve bininci defa

Onu çağırırım

Onun dünyasını sahiplenirim…

Ve hayatımda ilk kez ışığı hissediyorum

Kimse bilmiyor

Hayatta olduğum için şanslı olduğumu.

İlk kez hissetmek bir şeyi, çocuk gibi, merak edip dokunmayı istemek. Hayatta olmak, burada olmak, dünyada, doğamızda olmak şansı. Güneşi görebilmek. Nefes alabilmek. Nefes deyince buradan da İhsan Oktay’a varıyorum. Suskunlar romanında, Şeyh İbrahim Dede Davut’a yazdığı mektubunda şunları söylüyor: “Hani derler ya! Güya ki dem'in burnuna hayat nefesi üflendi ve güya ki bizler hâlâ o nefesi solumaktayız; hayatında öyle bir olay olur ki, buna inanasın gelir! Bir de bakarsın ki, bu masal gerçeğin ta kendisiymiş! Yine biz fanilerin burnuna o muhteşem Neyzen'in 'hayat nefesi'ni üflediğini, ama bunun sadece 'nefes' değil, daha da ötesi, bir 'nağme' olduğunu söyleyenler de çıkmamış değildir. Ömrümüz boyunca belki de bu nağmeyi mırıldanırız.

Doğanın sesi, hayatımızın nefesine ve oradan da nağmeye geliyor. Müziğin ruhuna. Bu nefesin içinde sen de varsın, dünya da, doğa da. Hermann Hesse Siddhartha’da şöyle sesleniyor: Senin ruhun bütün dünyadır. Nefesin ruhun, ruhun aldığın nefeste saklı. Nefes al, dön bak bir dünyaya, doğaya. Hangi kokular içinde saklı, hangi rüzgarlar esiyor, yağmurlar yağıyor? Ve içinde hangi güneşler doğuyor? Ya da doğuyor mu!!!

Güneş açmış mı?

En son ne zaman güneşin doğuşunu gördün?