(BİR YETİŞTİRME YURDU ÇOCUĞUNUN KALEMİNDEN)

1964 yılının 4 Temmuz günü Afyonkarahisar’ın Emirdağ ilçesindeki Gökçeyaka Köyü’nde doğmuşum. 1966′nın Şubat ayında ticaret yapan babamın trafik kazasında vefat etmesinin ardından annemin üç çocuğuyla birlikte bakıma muhtaç hale gelmesi üzerine, köy muhtarının yönlendirmesi sonucunda dedem bizleri Çocuk Esirgeme Kurumu’nun çocuk yuvasına vermiş, devlet koruması altına aldırmış.

O zaman iki buçuk yaşında olduğum için tüm ayrıntıları hatırlayamıyorum ama o günden aklımda kalan tek şey, köyümüzün yaylasından çocuk yuvasına götürülürken heybenin bir gözüne taş koymaları, bir gözüne de beni oturtmaları.

Devlet koruması altına girdiğimde iki buçuk yaşında olduğum için ilk günlerimizi hatırlamıyorum. Sonrasında hatırladığım her olay ise hafızama adeta kazılarak yazıldığı için unutmam mümkün değil. Öncelikle çocuksunuz.

Mesela banyoları hiç unutmadım. Önce topluca üzerimizi soyarlardı; sıraya geçerdik ve anneler bizi yıkardı. Sabundan gözlerimiz yandığı için gözlerimizi açamazdık. Yıkandığımız suyun sıcaklığından canımızın yandığını bile söylemeye korkardık.

Gece yatma zamanı gelince birbirimizi teselli ederdik. Anlamını veremediğimiz dualar okurduk. Topluca yatırılırdık ve uyuyabilmek için bütün çocuklar yorganı başlarının üstüne çekmeleri gerekiyordu. Çoğumuz karanlıktan korkardık çünkü ışıklar açılmazdı.

Bir gün başparmağımın yaylı bir kapı olan bahçe kapısına sıkıştığını hatırlıyorum ama ne kadar ağladığımı veya parmağımın ne kadar süre içinde iyileştiğini hatırlamıyorum. Fakat şunu iyi biliyorum ki baş parmağımın şekli değişecek kadar yaralanmıştı.

Bahçede çok oynadığımızdan mıdır nedir, ellerimiz hep çatlardı. Bunun için yemekhanenin önüne bir kova sıcak su koyarlar ve biz de ellerimizi onun içine sokardık. Sonra yemek yemeğe giderdik.

Oyun salonumuz vardı ama oyuncaklarımız yoktu. Oyuncak yerine tahtadan yapılma kare, üçgen, dikdörtgen ve benzeri ahşap parçalarla oynardık. En mutlu olduğumuz zamanlar bu anlardı. Neden derseniz, yerler halı kaplıydı ve yere oturarak oynardık. Anlayacağınız halı üzerine oturmayı çok özlerdik.

İki yaşından yedi yaşına kadar hatırladıklarım bunlar ama benim için hatırlamadıklarım da çok önemlidir:

 

Beş yıl kaldığım yuvada acaba kaç sefer ateşlendim.

Hasta oldum mu, olduysam kim bana baktı?

Yatağımı ıslattım mı, ıslattıysam bana nasıl davranıldı?

Sevgi nedir, şımarmak nedir? Bu süreçte isteklerim oldu mu, olduysa nasıl karşılandı?

Çocukluğumu hatırlamak istiyorum ama benim için tamamen karanlık bir sayfa çıkıyor karşıma. Sizce ben çocukluğumu yaşadım mı?Artık ben bir babayım. Oğlumun ve kızımın bana davranışlarını ben kime yaptım…

 

Yedi yaşına geldiğimde, çocuk yuvasından çıkarılıp büyük ağabeylerin kaldığı, 7-18 yaşındakilerin kaldığı merkez yetiştirme yurtlarına gönderildim.

Burası çok farklıydı. Yurda ilk geldiğinizde size bir sıra numarası veriyorlar. Benimki 583 Mürsel Gökcen’di. Daha sonra temiz iç çamaşırı, gömlek ve ayakkabı veriyorlar. Arkasından topluca banyo yapılıyor ama burada anneler yok. Artık büyüksünüz, kendiniz yıkanacaksınız. Yaşım yedi. Nasıl yapacaksam… Yurt kardeşlerimle yardımlaşarak bunun üstesinden geldim.

Yurtta mıntıka temizliği vardı. Yattığınız yatağı da çok güzel yapmalıydınız. Yoksa karşılığında ceza vardı. Yurtta farklı ağabeyler de vardı. Sizi koruyanlar olurdu. Yurtlar genelde şehir dışına yapılırdı. Onun için bakkal da yoktu ve bazı ağabeyler şehir merkezine gider, elma, portakal ve diğer meyvelerden alıp para karşılığı bize satarlardı...

Kocatepe İlkokulu’na yazılmıştık. Okula topluca, ikişerli sıra halinde giderdik. Nedense saç tıraşımız üç numara olduğundan “yurtlu çocuklar” olarak her yerde bilinirdik.

 

Hem teknik düzeyde hem de duygusal anlamda zorlandığım anlar çok oldu. Aslında bizleri en çok yıpratan konuların başında gelir bu soru.

Okula başlarsınız. İlk soru: “Baban ne iş yapıyor? Kendini tanıt; annen ve baban ne işle meşguller? Eviniz hangi mahallede? Kaç kardeşsiniz?” gibi bizim için cevaplanması en zor sorular çıkar karşınıza. Çocukluğumdaki bu sorular, evlenirken veya hayatımın diğer evrelerinde yine hep karşıma çıktı. Bunlarla baş edemeyenler olduğu gibi, hala bu soruların yanıtlarına karşı savaşanlar da var. Bu bizleri duygusal olarak çok yıpratıyor.

 

Eğitim konusunda teknik sıkıntılarımız da olurdu. İlkokulda kitaplarımız ve defterlerimiz ödenek ve ihaleler nedeniyle en sona kalırdı. Ekstra olanlar alınmazdı. Boyama kitabı, pastel boya, sulu boya, cetvel gibi malzemeleri, yazın çalışarak biriktirdiklerimizden alırdık. Tabii yaramazlık da yapardık. Mesela ben çok yaramazdım. Neden böyleydim? Belki de şımarma ihtiyacı duyuyordum ama beni anlayan yoktu. Yurtlarda toplu ödül yoktu ama toplu ceza verilirdi.

En sevmediğim noktalar ise, okullarda bize “yurtlu” denmesi ve ayrımcılık yapılmasıydı. Okullarda topluca gidilen piknikler bizim için ızdırap olurdu ve sıkıntılı geçerdi çünkü oralara götürebileceğimiz bir şeyimiz yoktu. Yerli malı haftası kutlanırken yerle bir olurduk çünkü masalara yiyecekler konulur, bizleri de öğretmenlerimiz başka bir köşeye yerleştirir, “Bu çocuk da buraya otursun” derlerdi. İşte yıkıldığımız an bu andı.

Okullardaki kantinler de bizim için değişikti. İlkokulda hiç kantinden bir şey almazdık. O yüzden kantinler bana hep faklı gelmiştir. Bir de topluca bit kontrolü yapılırdı. Hasta olduğumuz, yataktan kalkamadığımız zaman inanılırdı.

 

Yurt hayatına adapte olabilmek için ilkokul dördüncü sınıftan itibaren yaz aylarında ve okul çıkışlarında çalıştım; kazandıklarımı ise yurttan olmayanlara yetişebilmek için harcadım.

Ayaklarımın üzerinde tek başıma duracağımı 10 yaşında anladım. Artık bir adım ötesini önceden düşünmek zorundaydım. Aslında bizleri “hayatta ikinci bir şansı olmayanlar” olarak tabir edebilirim.Yurt da topluca, yaklaşık 30 kişi, ilkokulu birlikte bitirdik. İçimizden sadece altı kişi ortaokula yazdırıldı. Yurtlarda ortaokula yazılabilmen için çok başarılı olman gerekiyor; derslerinin hepsinin pekiyi olması lazım. Yoksa ortaokula yazılamazsın.

Hiç unutmam bir arkadaşımın resmi çok güzeldi. Derecesi iyi olmadığından ortaokula gidemedi. Onun yerine en yakın oto boyacıya girdi ve Afyon’un bir numaralı otoboyacısı oldu.

Fen Bilgisi öğretmenim, ortaokuldayken “Üniversiteyi düşünen var mı aranızda?” diye sormuştu. Ben de parmak kaldırmıştım ve bana nedenini sorduğunda “Üniversite okumaktan başka çarem yok çünkü” demiştim.

Kendimizi geliştirmekten ziyade, daha çok “Hayata nasıl tutunabilirim” diye düşünüyorduk hep. Hayat insanı böyle böyle olgunlaştırıyor.

Devlet koruması altındayken bir an önce hayata atılmamız konusunda teşvik ediliyorduk. Bazen de istemediğimiz yönlere savruluyorduk eğitim açısından. Örneğin; sanat okuluna hiç girmeyi düşünmezken, zorla sınavlarına sokuldum ve bir süre gitmek zorunda kaldım. Afyon’daki bir hayırseverin yardımlarıyla, bir süre sonra istediğim okula girebildim. Hayatımın dönüm noktası da işte buydu.

Maalesef kendimi geliştirecek fırsatları bulamadım ama şunu biliyordum ki hayata tutunabilmem için mutlaka üniversiteyi kazanmam gerekiyordu. Bunun için planlarımı yaptım. Her ne kadar uygulamada sıkıntılar çıksa da hedefime ulaşmayı başardım.

Kendimi en çok spor alanında geliştirme imkanı buldum. Amatör düzeyde futbol, atletizm ve masa tenisinde başarılarım oldu. Zaten devlet korumasındaki bir çocuğun özgüveninin gelişebilmesi için spor çok önemliydi.

Hep hayatla yarış halinde oldum ve hayata tutunmak için inadına mücadele ettim.

Ben yurttaki herkesi ailem gibi gördüm çünkü her biriyle en az beş yıl beraber yaşadık. Biz ilgi ve sevgiye her zaman ihtiyaç duyduğumuzdan, sevgi neredeyse biz de her seferinde ona yöneliyoruz. Yurtlarda çalışanların bir çoğunu da bu şekilde görüyoruz.

Şu anda irtibatta olduğum, hatta ailece görüştüğüm, beraber gülüp beraber ağladığım birçok kişi var. Her yıl bir kez mutlaka buluştuğumuz kişiler de var çünkü biz Türkiye’nin en büyük ailesiyiz.Şu anda devlet korumasında kalan ve devlet korumasından ayrılan kardeşlerimizin Konya’da kurduğu Konya Yetiştirme Yurtlarından Ayrılanlar Derneği’nin (Konyurtayder) başkanlığını yürütüyorum.

Zayıf kaldığım konular da mutlaka vardır ama ben daha çok sahip olduklarımın etkisini bilerek hareket ettiğimden, mücadele ruhumun ağır basmasından dolayı zayıf kaldığım konulardan çok yetersiz ve çaresiz kaldığım konular olduğunu düşünüyorum. İnsanlara yardımcı olmaya çalışırken, benden kaynaklanmayan nedenlerden dolayı yetersiz kaldığımı hissediyor üzüntü duyuyorum.

 

Mürsel Gökcen. Bilim Uzmanı Biyolog.