Belgesel, dokunmaktır, hissetmektir insanı, onun tenini, ruhunu, gönlünü… Sonra toprağa, güneşe, yağmura ve rüzgara yani hayata dönmektir yüzünü. İçe bakmak, içte olanı görebilmektir mesela. Merak etmektir hayatı, maceraya atılmaktır. Ölüme bakıp da yaşamaktır.

İhsan Oktay Anar, ‘Puslu kıtalar Atlası’ kitabında şöyle der: 

Bilmek ve şahit olmak en büyük mutluluktur. Macera ise büyük bir ibadettir; çünkü O’nun eserini tanımanın başka bir yolu olduğunu görebilmiş değilim… Sana izin veriyorum, git. Git ve benim göremediklerimi gör, benim dokunamadıklarıma dokun, sevemediklerimi sev ve hatta, bu babanın çekmeye cesaret edemediği acıları çek. Dünyadan ve onun bin bir halinden korkma… Uzun İhsan Efendi ona tekrar tekrar, maceranın bir ibadet olduğunu söylemişti…. Bu dünyada insanların korktuğu tek şey öğrenmekti. Acıyı, susuzluğu, açlığı ve üzüntüyü öğrenmek onların uykularını kaçırıyor, bu yüzden, daha rahat döşeklere, daha leziz yemeklere ve daha neşeli dostlara sığınıyorlardı…. Oysa Uzun İhsan Efendi, dünyanın şahidi olmanın gerçek bir ibadet olduğunu sık sık söylerdi. Her insan şu yada bu şekilde dünyayı okumalıydı…. Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu Dünyanın şahidi olmaktı. 

Dinar’da romanlar, Dere Mahallesi. Yüzlerde öfkedir, isyandır, neşedir de görülen. Yılların yorgunluğu yüz çizgilerinde saklıdır. Bir mahallede sıkışmış yaşamlar. Sürekli itiyoruz birbirimizi, itiyoruz durmadan. Halbuki bir adım gerekli sadece. Bir adım atmak ve yaklaşmak hani. Hal, hatır sormak, halden anlamak biraz. Geçmişin yükünü hafifletivermek, ferahlamak. İtiyoruz oysa ve içimiz çürüyor. Bir insanın yüzüne, tenine, yüreğine dokunmaktan kaçıyoruz. Korkuyoruz bizden olmayandan, bizim gibi bakmayandan, görmeyenden. Kaç defadır gidiyorum bu mahalleye. İçimde bir tedirginlik eskiden kalan, bana öğretilen, içime işleyen. Karşımda güzel insanlar, koşup gelenler oysa. Bir adım atmak varken, kaçıyoruz, dahası görmezlikten geliyoruz. Bu şu demek; sevgisizlik… Bizler nefretle büyüyoruz. Sevmediklerimiz, sevdiklerimizden bir hayli fazla hayatımızda. Bu yüzden çatışmalardan, kavgalardan, nefretlerden, sevgisizliklerden, itmelerden örülmüş ruhlarımızla yaşıyoruz. Adına yaşamak denilirse, aslında can çekişiyoruz.

Belgesel çekmek sevmeyi öğretti en çok. Her ne olursa olsun, insanı, onun kokusunu, tenini, ruhunu sevmeyi öğretti. Toprağı, suyu, güneşi, yağmuru, rüzgarı yaşamayı. Hiçliğimi besledi, Tanrı’mı besledi, varlığımı.

Çöl Ovası’nda kadınları gördüm sonra. Geleneğin içinden süzülen yaşamları, yüzleri. Yaylalara çıktık. Çoban sofralarına oturduk. Çaylarımızı içtik, iki kelam edip sohbete doyduk. Tandır evinde kadınlar yufka yaparken yardımlaşmayı, paylaşmayı gördük. Onca yokluğa inat, neşeyi, kahkahayı tattık. Kıyafetler rengarenk. Renklerin ahengi dillere destan. Renkleri böylesine bir araya getiren güzelim Anadolu insanım, neden iter durur birbirini?

Dağın başında durdum, oturdum bir kayanın üzerine. Yanımda rüzgarlar içimi titreten, yüzümde güneşin sıcaklığı. Kekik kokusu her bir yanda. Dağlarda kaybolmak esen rüzgarlarda… Sevmek böyle bir şey… Dünyanın şahidi olabilmek… Belgesel; bir adım atmaktır hayata, sevgiyle...